Güçler ve İnsan Hakları
Türk'ün dünya üzerindeki tarihinde ülkeler, kavimler, ırklar ve milletler vardır. Bu tanışıklık kimi zaman fetihlerle, kimi zaman göçlerle oluşmuştur. Türklerin yaşamını sürdürdüğü alanlar kimi zaman ipek yolu, kimi zaman kültürlerin ve coğrafyanın kesişim noktası olmuştur.
Tarihin varolduğu günden beri, tarih sahnesinde olan bu millet, kontrol ettiği alanlar veya ticari alanda ki yürüttüğü hükmü, dostlarının ve düşmanlarının oluşmasına neden olmuştur. Bu durumun oluşması, tıpkı insan vücudunda bulunan mikroplar misali; güçlü olduğu zamanlarda bir problem oluşturmamasına rağmen zayıf düştüğü zamanlarda saldırıyı kaçınılmaz kılmıştır.
Soğuk savaşın bitip, dünyada ki tehdit algılamalarının değişmesiyle birlikte, geçmişte kaldığını düşündüğümüz kimi düşmanlıklar bir anda gün yüzüne çıkmıştır. Günümüzde iletişim alanında yaşanan gelişmeler bu kin ve nefretin geniş kitlelere hızla ulaşmasına neden olmuştur.
Türk milletinin yüzyıllar boyu hüküm sürdüğü topraklarda ayakta kalmasına vesile olan hoş görü anlayışı yok sayılarak, insanlık suçu işleyen bir millet olarak, tarihini ve kültürünü yok sayacak biçimde yargılanmaya kalkılmıştır.
Tarihe tanıklık eden ve günümüze kadar taşınan insanlar yetiştiren, batının orta çağ karanlığından çıkmasına ışık olan bir millet, insan hakları adına sehpaya çıkarılmıştır. Biz bunu yine iyi niyetli olarak, bunu yapanların Türk kültürünü tanımadıklarını düşünüyoruz.
Elmayı elmayla, armudu da armutla mukayese etmek gerektiği gibi olayları da kendi zamanlarından kopararak günümüz değerleri ile açıklamaya / anlamaya kalkarsak çok büyük bir hata yapmış oluruz. Meselelere, aynı dönemde yaşayan diğer milletlerin nasıl baktığı / yorumladığı ve bunun sonucunda ceza / ödül uygulamalarının neler olduğuna bakarak karar vermek en doğrusu olacaktır.
Felsefi olarak İnsan Haklarının Yönetim Anlayışına Yerleşmesi İnsanlar hür olarak doğar ve fakat zincirler içinde, zincirlenmiş olarak yaşarlar. Burada ki sınırlama ya doğal sınırlamalardır, yada karar verme mekanizmalarını elinde tutanların kararları sizi zincirler biçiminde algılanabilir. Her ne biçimde olursa olsun, insanların insan olmasından kaynaklanan haklarının bir kısmını daha doğar doğmaz kaybettiği gerçeğini, gözler önüne sermektedir.
Acaba doğru yönetim, insanların arzu ve isteklerine gem vurmadığı, bir anlamda denetimden uzak bir devlet biçimimi? Veya bunun tersi olarak, bir kısım insanların hayatın belli alanlarını kontrol ederek, diğer insanlar üzerinde görünmez otoriteler kurduğu bir düzen mi daha iyidir? Biraz daha açarsak üretimi ve tüketimi elinde bulunduranlar, ihtiyaçtan daha çok, ürettiklerini / üretmeyi düşündüklerini, kullandıkları propaganda mekanizmalarıyla insanların ihtiyacı haline getiren, bu taleplerini elde edebilmek için, sisteme köle haline getirilen insan mı, insandır?
Söylediklerimiz tez anti tez gibi görünse de taraftarı olan düşünceler olmakla birlikte, insanlığın geleceği sentez niteliğindeki azami özgürlük asgari bağımlılık temelinde şekillenmelidir.
Sosyal ve siyasal tarih incelendiğinde, insanlar birbirlerini ya zincirlemek için, ya da zincirlerini kırmak için bir mücadele içinde olduğunu görürüz. Bu mücadele kimi zaman ulusal bağımsızlık temelinde yaşanırken, çoğu zamanda yönetenlerin yönetilenleri vurduğu zincirlerden kurtulmak biçiminde olmuştur.
Ülkemizdeki cumhuriyet demokrasisinde ise gelinen nokta evlere şenliktir. Millet adına egemenliği elinde bulunduranlar milleti esir etmek istemektedir. Öyle bir durum yaşanmaktadır ki, yönetenler millet adına elinde bulundurdukları egemenliği (milletin) onlara verdiği yetkileri, millete bir lütuf olarak verdikleri yanılgısına düşmektedirler. Belki Osmanlı'da bu böyleydi. Ama o sistemde egemenlik millete değil, kendisini Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olarak gören Padişaha aitti. Onun içinde yönetim erkini elinde bulunduran Padişahın teb'aya lütfetmesi doğaldı.
Bu yaklaşım demokrasiyi bizim yöneticilerimizin hâlâ içselleştiremediğinin açık bir göstergesidir. Türkiye de siyasete girmek isteyen insanlar üzerinde yapılan bir ankette; siyasete girerek güç kudret yapabilirlik kabiliyeti elde edeceklerini düşündüklerin söyleyenlerin oranı % 85 iken, hizmet edeceğini düşünenlerin oranı ise %15'dir.
Ülkemizde demokrasiyi iyileştirmelere tâbi tutacak, aksayan yönlerini ortadan kaldırmak için proje üretecek noktalarda olanlar / talip olanlar, demokrasinin ruhu olan devletin milletin hizmetinde olması anlayışından çok uzak olduğu açıktır. Yönetim erkini elinde bulundurmaya talip olanların büyük çoğunluğu, ellerine geçirdikleri gücü halk üzerinde bir kırbaç gibi kullanmaya taliptir.
Bu durum halkımızı her geçen gün biraz daha yoksul ve yönetilemez hale getirmekte. Bireyin özgürlüğünün kaynağı olan hakları geliştirmek yerine bir bir yok ediyorlar. Artık yöneticilerimiz anlamalıdır ki, bu ülkenin vatandaşları hiçbir guruba üye olmadan, birey olmasından kaynaklanan hürriyetini, ayrıcalıklara tâbi tutulmadan, eşit haklara sahip olma ihtiyacını, gözlerini bu dünyaya açmadan ana rahminde istemektedir.
Bu İşin Edebiyatı
Yönetenler yönetilenlere insanca yaşayabilinecek şartları sağlayamayınca, okumuşlar bu işi tarife, dinleyenler ise meydana koşarlar (dı). Dı'dan kimse rahatsız olmasın, sosyolojik hareketlerde fizik kanunları gibi işler, siz haklarınızı aramak, tepkinizi göstermek için meydanlara çıkmaya imtina eder, rahatınızı bozmazsanız, meydanlara elimizde olanları da yok etmek isteyenler koşar.
Biz konumuza gelecek olursak, Hukuk'ta, insan haklarını belirleyen üç temel; temel haklar, temel özgürlükler ve kamu özgürlükleridir. Burada ortaya koyduğumuz tanımlama hukuksal bir yaklaşımdır. Meseleye, sosyolojik, ideolojik, teolojik, felsefi yönden de yaklaşılabilir.
Her ne biçimde yaklaşılırsa yaklaşılsın, insan hakları, bireyin sistem ve diğer bireylerce her türlü şart altında ihlal edilemeyecek haklarını içerir. Burada devletin iki türlü görevi vardır; birinci bu hakları memurları aracılığı ile kendinin ihlal etmeme sorumluluğu, ikincisi ise bireyin haklarının başka kişi ve guruplarca ihlal edilmesini önlemektir. Yani insan haklarının uygulanabilmesi için devlet sistematiğinin ayakta olması şarttır.
Öyleyse Devletin yönetim anlayışında insan haklarının kurumsallaşması için şartlar nedir? Devleti yönetenler nasıl bir sistemle vatandaşına emreden değil, kendisini var eden güç olarak bakabilir. Bir bakıma kendinin varlığını borçlu olduğu insanına, onu yaratan olarak saygı gösterebilir?
Bu ancak, insan haklarını sistem içinde tanımlayan, uygulamaya koyan / uygulayan, halkın kendisine hizmet etsin / korusun diye egemenliğini emanet ettiği devletin yönetme imtiyazını elinde bulunduran insanının, kendi varlık sebebini idrakiyle olur.
Yani yönetimi elinde bulunduranlar, kendi iktidarlarını ne kadar sınırlarsa o yönetimde aynı oranda insan hakları vardır. Dış müdahaleler hariç.
Devlet sistemi kendi yetkilerini sınırlandırmasını da biraz açalım. Örneğin bir ülkede verilen haklar, hakkı kullanan tarafa hiç sorulmadan geri alınabiliyorsa o rejimdeki hakların insan haklarıyla izah edilmesi mümkün değildir. Adın ister cumhuriyet olsun isterse monarşi. Her ne olursa olsun eğer yöneten yönettiklerine sormadan, hesap verme sorumluluğu taşımadan verilen hakları geri alıyorsa / alabilme yetkisi varsa orada insan haklarından demokrasiden söz edilemez.
Fakat ilginç bir örnek olduğu için vurgulamak istiyorum, İlahi kudretin dünyadaki temsilcisi olduğu temelinde oluşmuş olan iktidarların bir farkı vardır; o da bil ilahi kitaba dayanır. Bütün ilahi kitaplarda insan kutsal bir varlık olarak kabul edildiği için, yönetimin yetkileri onların kontrolü dışında sınırlanılır. Bu noktada ki sıkıntı ilahi iradeyi uygulayanın bu emir ve yasakları nasıl yorumladığı noktasında ciddi sıkıntılar vardır.
Egemenliğin millete ait olduğu yönetim biçiminde ise; birey kendi iradesiyle bazı haklarını oluşturduğu devlet sistematiğine devrederek geride kalan temel hak ve özgürlükler başta olmak üzere, insan haklarını güvence altına alır. Devleti yöneten iktidarların da bu gerçeği gözden kaçırmaması gerekir.
Bireyin devletle yaptığı görünmeyen ama var olan sosyal sözleşme, bireyin can güvenliği başta olmak üzere güvenliğini sağlamak amacıyla, doğuştan elde ettiği haklarından nereye kadar devretmiş olduğu yaşanan olaylarla yakın ilişkilidir.
O zaman devlete hem hakların koruyucusu, hem de hakların kısıtlayıcısı olarak bakabiliriz. Burada önemli olan devletin yönetim felsefesinde insan haklarını ve özgürlükleri ne kadar kurumsallaştırdığıdır. Yani kısıtlamalara gitmeden kısıtlamalara gitme gerekçelerini ve sınırlarını belirlemiş olmasıdır.
Bireyin haklarını kısıtlamaya yönelik yaklaşımlar, birey tarafından iç güdüsel olarak önlenemez biçimde özgürlük talepleri olarak ortaya çıkar. Diğer taraftan kendi güvenliği için bir devlet varlığına da ihtiyaç duyar. Bu özgürlük ihtiyacından daha az değildir.
Bir taraftan devletten beklenen koordinasyon görevi var ve bunun için bir otoriteye ihtiyaç var. İnsanların birlikte yaşamasının gereği olarak ortaya çıkan çekişmeleri, haksız rekabeti düzene sokacak, fertler arası ilişkileri düzene ihtiyaç var, diğer tarafta iktidar olgusuna sürekli bir tepki var.
Görülüyor ki devlet bir iktidar olgusundan daha çok sosyal ihtiyaçları karşılayan ve düzene sokan bir yapı olduğu gerçeğidir. Hiç şüphesiz belirtmek gerekir ki insanın doğasında özgürlük kadar hükmetme içgüdüsü de vardır.
Devlet sistematiği içinde iktidarların, bireyi koruma, ihtiyaç duyduğunda yardım etme, üremesini sağlayacak güvenli ortamı oluşturma, eşit muamele gösterme, nimetleri ve külfetleri eşit paylaştırma gibi görevleri vardır. Günümüzde iktidara talip olanlar bu görevlerden daha çok, bireysel bolluğa, servete kavuşma isteklerine araç olarak gördükleri için istemektedirler.
Kısaca birey, bir taraftan toplumsal hayat içinde güvenli yaşamak adına feda ettiği değerlerin karşılığı hiçbir talebini elde edememekte, diğer taraftan ürettiği artı değeri otorite adına ya birileri direk olarak alıyor, ya da dolayalı vergilerle fark ettirmeden soyuyor.
O halde insanlar hürriyetlerinden vazgeçmeyi kabul ettikleri hiçbir beklentisine ulaşamadığı yetmez gibi, devlet otoritesi ürettiği oranda bir refah payını da kendisine vermiyor.
Ne zamanki devlet otoritesi bireyin devrettiği hakları kullanarak eşit bir davranış geliştirirse, o ülkenin vatandaşları o kadar özgür olur.
Hukukun Üstünlüğüne Dayalı Devlet Anlayışının İnsan Haklarına Etkileri
Özgürlüklerin kısıtlanmasında amaçlanan devlet otoritesini sağlamak amaçlı iktidarların amaçlarını aşmaması için konulan kurallar bütünü hukukun üstünlüğünü tanıyan devlet anlayışının da temeli olmuştur.
Hukuk devleti olmanın gereği, hükümetin ve idarenin, yani seçilmişlerin ve atanmışların hukuka bağlı kalarak hareket edebileceği yönetim anlayışıdır. Yetki sahibi olan kişilerin görev ve iş tanımları farklı yorumlara yol açamayacak biçimde objektif kurallara göre yapılması hukuk devletinin en temel dayanağıdır.
İnsan hakları, siyasal sistemin yukarıdaki hususları karşılamakla birlikte, yetki sahiplerinin yetkilerini hukuksal sınırlar içinde yapıp yapmadıklarını denetleyecek, belirlenen sınırları aşmamalarını sağlayacak, bu sınırları zorlayamamalarını sağlamakla yetkili bir hukuk sistemine ihtiyaç vardır.
Bağımsız yargı olmadan insan haklarından söz etmek mümkün değildir.
Yasama organının yaptığı yasaların anayasaya uygunluğu, yürütme organının uygulama ve tasarruflarının hukukun genel prensiplerine uygunluğunu sürekli denetleyecek, aykırı olan tasarrufları etkisiz hale getirebilecek kurumlar/usuller geliştirilmedikçe demokrasiden ve insan haklarından söz edilemez.
Hemen belirtmek gerekir ki hukuka bağlı devlet, iktidarın keyfi uygulamalarını engellese de insan haklarının kültürünün gelişmesine, çeşitli gerekçelerle engel oluyorsa, bireyin hak ve özgürlükleri içerik olarak kanunlarda olsa bile toplumsal yaşayış içinde yer bulmuyorsa, hayatın içinde içselleştirilmemişse insan hakları açısından işlevsel değildir.
Kabul edilmiş hukuk kurallarına göre hareket eden, hukuka bağlı iktidarlarca yönetilen devlet, hukuk devletidir. Ancak insan hakları açısından ihtiyacı karşılar anlamı çıkmamalıdır.
Devlet sistemi içerisinde yapılan hukuksal düzenlemeler, insan hak ve özgürlüklerini nasıl tanımlamış, uygulama öngörüsü nedir? Önemli olan budur.
Bireyin toplum içinde hür olarak hareket etmesi için gerekli ortamın sağlanması ve korunması gerekliliği, kişinin haklarında sınırlama hakkını sisteme vermesi gerekçesi olarak gösteriliyor. Anlaşılan o ki devlet ancak toplumsal düzeni ve toplumsal çıkarları sağlamak amacına yönelik birey haklarında sınırlamalar getirebilir. Suç olarak tanımladığı işleri yapanları da cezalandırabilir. Devlet Halkın güvenliğini sağlayabilmek için hak ve hürriyetlerde kısıtlamaya gidebilir.
Sosyo – Kültürel Yapının Etkileri
İnsan haklarının evrensel bir model olduğunu kabul etmekle birlikte, toplumların kendilerini tarif etmekte kullandıkları kültürleri, ekonomik, sosyal ve siyasal şartlar onların bu model içindeki davranış biçimlerini ortaya koymakta önemli bir etkendir.
Sizin kültürünüz her ne kadar birey merkezli, "insanı yaşat ki devlet yaşasın" dese de, insanınızın can güvenliği tehlikede ise güvenliği / asayişi sağlamak adına hak ve hürriyetlerden kısıtlamaya gitmek zorundasınız. Görünen o dur ki, ne kadar tehdit azalmışsa, ters orantılı olarak da özgürlükler artmıştır. Bu durumun istisnası, iktidarı elinde bulunduranların objektif ölçütlerden uzaklaşıp kendi çıkarları doğrultusunda hak ve özgürlükleri kısıtlayabilmektedirler.
Bir taraftan B.M. İnsan hakları ile ilgili olarak, İnsan Hakları Evrensel beyannamesin-den başlayarak yürütmekte olduğu süreç, diğer taraftan Avrupa konseyine üye olan ülkelerin altına imza koyduğu, "Avrupa insan hakları sözleşmesi", AGİT çerçevesinde işleyen süreç; Ekonomik haklar, Sosyal haklar, Siyasal haklar ve kültürel haklar çerçevesinde; İşçi hakları, Çocuk hakları, Hasta hakları ve katılmasak, ayrıştırıcı bulsak da Kadın hakları gibi alanlarda uluslararası normlar geliştirilmiştir.
Ülkelerin altına imza attıkları ve iç hukuklarının da üstüne çıkardıkları bu kurallar, her ülkenin kendine özgü kültürel kimliğini, sosyal şarlarını ne derce karşılamaktadır. Yapılmak istenen farklıların birlikte yaşamasından daha çok, bütün toplumları kendisi olmakta uzaklaştıracak aynılaşma süreçlerimidir? Diye sorgulamak gereğini ortaya çıkarmaktadır.
Hak ve özgürlüklerin çeşitleri, içerikleri bütün milletleri kapsayan bir hal alması aynı zamanda bir hak kısıtlaması değil midir!
Sayın Ord. Prof. Dr. Sulhi DÖNMEZER "İnsan hakları kavramının devlet felsefesinde yer alması, kurumsallaşmış sayılması bakımından meydana getirilebilecek modelin hukuki ve sosyo-kültürel unsurları vardır" dedikten sonra hukuki unsurlarını şöyle sıralamıştır;
a) İnsan haklarını, içeriklerini ve ne gibi hallerde bunların iktidar zaruretleriyle sınırlandırılabileceğini gösteren kurallar ve bunları taşıyan hukuki metinleri, unsurların başında gelmektedir. Bu metinler milletler arası hukuk araçlarında artık ifadelerini bulmaktadır. Ülkemiz bunların hemen bütününü kabul etmiştir.
b) İkinci tamamlayıcı unsur insan haklarının birbirlerini yok etmeden tamamlayıcı karakterde olarak bir arada varlıklarını sürdürmelerini sağlayıcı karakterde olarak bir arada varlıklarını sürdürebilmeleridir.
c) Bir kısım temel hak ve hürriyetlerden kişinin istifade edebilmesi için iktidarın sadece pasif kalması, müdahale etmemesi yeterli olduğu halde kişilerin bazı haklardan yararlanabilmeleri için devlet iktidarının aktif harekete geçip yolları açması, gerekli müesseseleri kurması icap ettiğine göre, özellikle sosyal haklardan yararlanmanın şartı olan bu hususları devlet için bir görev haline getirecek hukuki işlemlerin gerçekleştirilmesi ve anayasa kuralları haline getirilmesi gerekmektedir.
Dr. Abdullah BUKSUR
İnsan Hakları Eksperti
(İHAF) İnsan Hakları Avrasya Formu Gn. Sek.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.