TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN DAYANDIĞI ESASLAR -2
Bilindiği gibi Karahanlı Türk Devleti, 840 senesinde Uygur Türk Devleti’nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla, Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadir Han tarafından kurulmuştur. 8’nci asırdan itibaren Türk kitleleri İslâmiyet ile şereflenmeye başlamıştır. Türkistan ve Mâverâünnehir’de hâkimiyet kuran ilk Müslüman Türk Devleti Karahanlılardır.
Samânî Devleti’nin dağılmasından sonra, Karahanlı Hükümdarı Oğulcak Kadir Han zamanında yeğeni Satuk Buğra Han, Karahanlılara sığınan Ebû Nâsır adlı Sâmânî şehzâdesi ile tanışmış ve o’nun tesîri altında kalmıştır. Bundan sonra “Satuk Bugra Han Menkîbesi ve Tarih”1inde anlatılan (Satuk Buğra Han Destânı) rivâyete göre Satuk Buğra Han, Peygamber Efendimiz’i (Sellallahü Aleyhi Vesellem) rü’yâsında görmüş, İslâm dinini kabûl etmiş ve “Abdülkerim” adını almıştır. Türkistan menşe’yli bu Destân, Anadolu’daki Battal Gazî Destânı, Danişmend Gazî Destânı ve Saltık Gazî Destânı ile şaşırtıcı benzerliklere sahiptir. Büyük bir destân kahramanı olan Seyyîd Battal Gazî Hazretleri (Kaddesallahü Sırarahu), Anadolu topraklarında cihad ve gazâ rûhunu ilk başlatan cengâverdir. Bu da, Türk Milleti’nin millî hafızâsında destân kültürü geleneğinin ne kadar büyük bir ehemmiyete, köklü, derin ve kadîm bir târihe sahip olduğunu ve yaşatıldığını göstermesi bakımından dikkate şayân bir husûstur.
Abdülkerim Satuk Buğra Han, İslâmiyet’i resmen kabûl ettiğini amcası Oğulçak Kadır Han’a (Harun Buğra Han) bildirmiş ve o’nun ile yaptığı mücâdeleyi kazanmış ve böylece ilk Müslümân Türk devleti hükümdarı olmuştur. Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın hükümdar olmasından sonra Türklerin İslâmiyet’e girmeleri hızlanmış ve böylece uygun iklim meydana gelmiştir.
Türk ilim âleminin varlığından ilk defa büyük târihçimiz Osman Turan tarafından haberdar edilmiş bulunan “Satuk Bugra Han Menkîbesi ve Tarih” (Satuk Buğra Han Destânı) hakkında Turan Hoca’mız hulâsa olarak şunları ifâde etmiştir:
“Türkistan’da zevkle okunan “Satuk Buğra Han tezkiresi” Buğra Han’ın İslâmiyet’i kabûlü ve haleflerinin faaliyetlerini tarihe yakın bir şekilde anlatır. Menkıbeye göre: “Allah’ın Resûlü Muhammed Mi’râc’a çıktığı gece peygamberler arasında tanımadığı bir kimseyi görmüş ve Cebrâil’e hangi peygamber olduğunu sormuş. Cebrâil onun peygamber değil, 333 yıl sonra, yâni M. 944 yılında Türkistan’ı dininize sokacak Satuk Buğra Han’ın rûhu olduğu cevabını vermiş. Hazret-i Peygamber sonsuz bir sevinç içinde yere inmiş ve Türkler arasında dinini neşredecek olan Buğra Han’a dûa etmiş; Eshâbı da onu görmek istemiştir. Hazret-i Muhammed arzularını kabûl edince başlarında Türk külâhı ve silâhlı kırk atlı selâm vererek yaklaşmış. Bunlar Buğra Han ve arkadaşlarının rûhları imiş. Bunların arasında Türk hanına hidâyet yolunu gösteren Sâmânî Ebû Nasr da varmış. Ebû Nasr, idare edecek bir vilâyete sahip olmadığından, Türkler arasında İslâmiyeti yaymak maksadı ile ticarete başlamış. Bir gün rü’yâsında Peygamberin kendisine “Kalk, Türkistan yolunu tut! Orada tekin Satuk Buğra Han müslüman olmak icin seni bekliyor” demiştir. Bunun üzerine o da sevinerek, 300 kişilik bir kervanla, yola çıkar. Buğra Han o zaman on iki yaşına ermişti. Onun doğuşunda harikulâde hâdiseler olmuş; yer deprenmiş, kış mevsiminde bağ ve çayırlar çiçeklerle dolmuştu. On iki yaşında karşısına çıkan bir ihtiyar ona bazı haberler vermiş ve birkaç gün sonra Ebû Nasr ile Endicân’da karşılaşarak müslüman olmuş. Amcası Harûn Buğra Han yeğenini tekrar babalarının dinine çevirmek istedi ise de buna muvaffak olamadan öldü. Bu suretle Satuk Buğra Han artık hükümdar olmuş ve İslâmiyet onunla zafer kazanmış. Doksan altı yaşında ölünceye kadar kılıcı ile kâfirleri müslüman yapmış; garpte Amu-deryâ boylarına, cenupta Kışkezek’e ve şimalde Kara-korum’a kadar kâfirleri İslâm dinine cevirmiş. Hasta olunca, yukarıdan aldığı bir emirle, Kâşgar’a dönmüş ve orada ölüp Artuç’da Meşhed denilen yerde gömülmüş.” Hülâsasını verdiğimiz menkîbe bundan sonra Satuk’un evlâdları zamanında İslâmiyet’in yayılışını hikâye eder…”2
Bu devirde Kâşgarlı Mahmud Türk millî şuûrunu diri tutmak ve Türkçe’yi Araplara öğretmek için “Dîvânu Lugâti’t-Türk”ü yazmıştır. Türkçenin ilk gramer kitabı da olan bu şâheser, Türklük ve Türk milliyetçiliğinin de yine ilk kaynak kitapları arasında yer almıştır. Aynı gaye ve mefkûre için Türklüğe hizmet yolunda Kâşgarlı Mahmut’dan beş-altı asır sonra, Çağatay Türk Edebiyatı’nın zirvesi ve Türk Dîvân Edebiyatı’nın kurucusu kabûl edilen Ali Şîr Nevâî de Türkçenin Farsça’ya üstünlüğünü ispat etmek için “Muhâkemetü’l-Lugateyn”i yazmıştır. Balasagunlu Yûsuf Has Hâcîb, “Kutadgu Bilig” (Mutluluk Veren Bilgi) adlı eserini devlet adamlarına ve İslâmiyet ile şereflenen Türk kitlelerine nasîhat (öğüt vermek) için yazmıştır. Edip Ahmed Yünekî “Atabetü’l Hakâyık” (Hakîkatlerin Eşiği) adlı eserini aynı gaye için yazmıştır. Hoca Ahmed-i Yesevî ise “Dîvân-ı Hikmet”i ile bütün insanlığı İslâmiyet’e dâvet etmiş ve kurduğu dergâhlar vasıtasıyla da Türklerin İslâmiyet’in sıcak iklimi ile buluşmasını ve kucaklaşmasını sağlamıştır. Orta Asya’da Hoca Ahmed-i Yesevî ve o’nun müridleri tarafından meydana getirilen bu muazzam iklim, İslâmiyet’in gazâ rûhu ile Türk’ün cihângirlik hasletini birleştirmiştir.
Oğuzların “Kınık” boyuna mensup Selçuklular; başlangıçta Selçuk Bey’in riyâsetinde bir Yabguluk iken, Çağrı ve Tuğrul Beyler ile Büyük Selçuklu Devleti’nin temelleri atılmış, Sultân Alp Arslan’nın komutasındaki 1071 Malazgirt zaferinin kazanılmasından sonra ise büyük bir cihân devleti hâlini almıştır. Sıra bütün Anadolu’nun maddî ve mânevî yönden mâmur hâle getirilmesine gelmiştir. Bu maksatla Büyük Selçuklu Veziri Nizâmü’l-Mülk Sultân’a “Nizâmiye Medrese”lerini kurdurmuş ve başta Îmâm-ı Gazâlî Hazretleri (Kuddise Sirruh) olmak üzere devrin ileri gelen bilginlerini bu medreselerde vazîfelendirmiştir. Ayrıca kendisi de tecrübeli bir devlet adamı olan Nizâmü’l-Mülk, “Siyerü’l-Mülük” veya “Nasîhatü‟l-Mülûk” (Siyâset-Nâme) adları ile meşhûr eserini yazarak devlet adamlarına öğütlerde bulunmuştur. Selçuklular, Orta Asya ve Anadolu’nun ehemmiyetli belli başlı merkezlerini, “İlmel-yakîn”, “Aynel-yakîn” ve “Hakkel-yakîn” Ledünnî ilmin; Bağdat, Basra, İsfehan, Tûs, Amûl, Nişabûr, Belh, Herat, Kayseri, Konya… gibi merkezlerinde medreselerini kurmuş; bir taraftan da Tasavvufî terbiyenin gönülleri irşâd edici, kuşatıcı iklimini Anadolu’nun her yanına dalga dalga yaymıştır. Medreselerde vazîfe yapan dünya çapındaki âlimler sâyesinde Anadolu, kısa süre içerisinde Türkleşmesini ve İslâmlaşmasını tamamlamıştır. Bütün bu güzel hâdiseler bu azîz toprakları âdeta bir gül bahçesine çevirmiştir.
11 ve 14’ncü asırlar Anadolu’su, Hazreti Sultânü’l Ulemâ Bahaeddîn Veled, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Muhyiddin İbnü’l Arabî, Sadredîn-i Konevi, Âhî Evrân-ı Velî, Hacı Bektâşî Velî, Tapduk Emre, Yunus Emre, Şeyh Edebâlî, Hacı Bayram-ı Velî, Emîr Sultân, Somuncu Baba, Molla Fenârî, Akşemseddîn, Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcan ve Mehmed (Kardeşler), Süleymân Çelebi (Kaddesallahü Sırrahü)…gibi irşâd kutuplarını bünyesinde toplamış ve “Nizâm-ı Âlem Dâvâsı” için Anadolu’nun harcını yoğurmuştur.
Büyük Selçuklu Sultân’ı Alp Arslan’da İslâmiyet’e olan derin vecd ve “Türklük şuûru” o kadar yüksektir ki: “Kaç defa söyledim. Biz bu ülkeleri silâh kuvveti ile aldık. Temiz Müslümanlarız ve bid’at bilmeyiz. Bu sebepledir, ki Allah hâlis Türkleri azîz kıldı”.3deyişindeki sâmîmî ve sâfiyâne hislelerle “Türk”e yaptığı atıf o’nun aynı zamanda Türk milliyetçisi bir şahsiyet olduğunu gösterir.
Biz, bu büyük Sultân’ın cihângirlilik hasletini ve “nizâm-ı âlem” dâvâsını “Malazgirt Destânı” adlı aşağıdaki manzûmemiz ile şiirleştirmiş bulunuyoruz:
“Asya’dan inmiş şimşek atlar kişnemesiyle
Birden titremiş her yan, ah... Türk velvelesiyle
Harbin tâ, uzaklardan duyulmuş gulgulesi
Bil ki, kıt’alar altüst etmiş Türk zelzelesi
İşte “Sancâk-ı Şerîf”, en yükseğe çekilmiş
Kürre-i arzın gelmiş, merkezine dikilmiş
Sancâk için söylenmiş, nice güzel kelâmlar
O’nu yerden mahlûkat, gökten Melek selâmlar
Tevhîd Sancâğım, inanç ve îmânın temeli
Uğruna şehîd olmak her Türk’ün tek emeli
En önde şahlanmış at üstünde bir kahraman
Bu, bakışı ufuklar delen Sultân Alp Arslan
Şehîdlik kefenini bir huşûyla giyinmiş
Bu mübârek sefere celâdetle bilenmiş
Alev saçan öteler işâretli gözleri
İlâhî bir kaynaktan nasîp almış sözleri
Sultân tekmîller almış, Nizâmü’l-Mülk’ününden
Bütün hazırlık tamâm, fermân yazılmış dünden
Harp nizâmı kurulmuş, Otağ hattı çizilmiş
Emîr Afşin, Savtekin, Sanduk; alpler dizilmiş
Ordu; tuğla, sancâkla hilâl düzeni almış
Türk Ordu’su yek vücut, düşmana ölüm kalmış
Gürz, kalkan, kılıç, kargı bire bir hedeflenmiş
Gerilmiş yay ve ok, tek menzile kenetlenmiş
Allah Allah... Nidâsı, yeri göğü kaplamış
Türk yiğitler düşmana; hançer, kılınç saplamış
Sultân’nın harp dehâsı, şahânelik sayılmış
Şânı cihânı tutmuş, her tarafa yayılmış
Cennet’de koklamış da dermiş gül yaprağını
Şehîd, kanla sulamış vatanın toprağını
Bayrağımız, şehîdin al kanından renk almış
Bize sonsuz hâtırâ, hilâl’le yıldız kalmış
Köhne Bizans’da artık, başlamışken bir sukut
İmparator diz çökmüş, Sultân’da ise sükût
İhtiyar târih yazmış, yazılan bu destânı
Dağlar taşlar kıskanmış, yazılan şu destânı
Duâlar, âmînlerle dün, bugüne bağlanmış
On asır evvelden bu yurt Türk’e tapulanmış
Şahin bakışlı Sultân, bize ne kelâm demiş
Anadolu Fâtihi: “Nizâm-ı Âlem” demiş”4
Oğuzların Kayı Boyu’na mensup Süleyman Şah Oğlu Ertuğrul Gazî’nin, (bazı kaynaklarda Gündüz Alp veya Gök-Alp oğlu olarak geçmektedir.) Söğüt’de temelini atıp yeşerttiği dünyanın gördüğü en uzun ömürlü ve en güçlü devleti olan “Devlet-i Aliyye’yi Osmaniyye” (Osmanlı Cihân Devleti)nin harcında da aynı îmân, inanç, rûh ve “cihân hâkimiyeti mefkûresi” vardır. Osman Gazî’nin rü’yâsı ve Şeyhi Edebalî’nin muştusu ile şaha kalkan Sultân Fâtih, Yavûz ve Kânûnî gibi dirayetli ve kudretli padişahlar, Hazreti Peygamber’în (Selllallahü Aleyhi Vesellem) tebşîratını kuvveden fiile geçirmişlerdir. Nitekim “Dede Korkut Kitabı”nda, “cihân hâkimiyeti”nin Kayı Boyu’na mensup “Osmanlı Hânedân”ı tarafından gerçekleştirileceğine dâir ifâdeler, vakti geldiğinde birer birer tahakkuk ederek hakîkat olmuştur. Târihte böylesi büyük hâdiselerin vukû bulmuş olması; Türk Milleti için büyük bir tâlih olduğu gibi mes’ûl makâmlarda bulunanların bu uğurda çalışma istek, azîm ve kararlılığını da kamçılamıştır.
Bu husûsta Osman Turan Hocamız’ın izâhı gayet mânâlıdır: “(…)Bu sebepledir ki İslâm dünyasında kudsîyet kazanan üç büyük hânedân, Âl-i Resûl (Abbâsiler), Âl-i Selçuk ve Âl-i Osman, arasında sonuncusu daha yüksek ve müstesnâ bir mevkiye sahiptir. Gerçi Abbâsi Halifeleri ve Selçuklu Sultânları arasında da büyük ve çok dindar şahsiyetler çıkmıştır. Lâkin Osmanlı hânedânı kadar birbiri ardınca bu kadar büyük insan tarihin de şâhidi olmadığı bir istisnâdır…”5
Böylece, “Ehl-i Sünnet Vel Cemaât” çizgisinde olmak üzere İslâmî kültür dâiresinin içine girmiş olan Türkler, hem bu dînin esâslarını öğrenip tatbik etmişler, hem de “Derviş, Gazî, Alp ve Velî” tipini meydana getirerek Anadolu’yu Türkleştirip İslâmlaştıran “Horasan Erenleri” veya “Alp-Erenler” adını almışlardır.
Türk devlet geleneğinden kaynaklanan bir anlayışla; “Eski Türk ilâhi hâkimiyet telâkkisi”6ndekine benzer şekilde “Fâtih de, eski Türk kağan ve sultanları gibi, kendi askerlerini “Allah’ın ordusu” (Cund-Allah) telâkki”7 etmiştir. Bununla beraber, Osman Gazî kendi adıyla hatırlanacak ve altı asır sürecek devletinin temellerini atarken, bir baba olarak halefine bizzat kendisinin yazdığı; “Manzûme-i Sultan Osman”8 adlı öteleri işâret eden şiiri ile seslenmiştir:
Gönül kerestesi ile
Bir yeni şehr ü pâzar yap
Zulm eyleme rencberlere
Her ne ister isen var yap.
Eski yeni şehri bârı
İnegöl’e dek hep vârı
Kırıp geçirdik küffârı
Bursa’yı da yık tekrar yap.
Kurt olup gel gir sürüye
Arslan ol bakma geriye
Çâr olup hay de çeriye
Dil geçidini hisar yap.
İznik şehrine hor bakma
Sakarya suyu gibi akma
İznikmîd’i de al yakma
Her burcunda bir hisar yap.
Osman Ertuğrul oğlusun
Oğuz Karahan neslisün
Hakk’ın bir kemter kulusun
İstanbul’u aç gülzâr yap.9
Bu şiirde, tahta çıkacak sultanların takip edecekleri hedeflerin zihin haritası ince, nezih bir dil ve üslûpla çok güzel çizilmiştir. “Kızıl-Elma” hâkimiyet telâkkisinin zulümle değil, gönüllere şefkat, merhamet ve adaletle muâmele edilerek te’sis edilebileceği belirtilmiştir.
“Osman Ertuğrul oğlusun
Oğuz Karahan neslisün”
ifâdelerinde, mensup olunan menşe’ye (soy kütüğüne), yâni Türklüğe aynen Büyük Selçuklu Sultânı Alp Arslan Gazî’nin yaptığı gibi şuûrlu olarak atıfta bulunulmuştur. Buradaki atıf, hem târihî bir tenbih ve îkaz, hem de dünkü, bugünkü ve yarınki “devletlü”leri de bağlayıcı bir “vasiyet” niteliğindedir.
Her ân gönlü Allah ve Resûl aşkı ve muhabbeti ile çarpan Fâtih’in; askerî, siyasî ve fikrî dehâsının çapını ve ulvî dâvâsı’nın dünyevîlik ve uhrevîlik arz eden mâhiyetini aşağıdaki kendi “Şiiri”nden öğreniyoruz:
“İmtisâl-î câhidü fillâh olubdur niyyetüm
Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm
Fazl-ı Hakku himmet-i cünd-i Ricâlullah ile
Ehl-i küfri ser-te-ser- kahr eylemekdür niyyetüm
Enbiyâ vü evliyâya istinadum var benüm
Lütf-i Hakdan’dur hemân ümmid-i fethü nusretüm
Nefs-ü mal ile n’ola kılsam cihânda içtihâd
Hamdü li’llah var gazâya sad-hezârân rağbetüm
Ey Muhammed mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile
Umarım gâlib ola a’dây-ı dine devletüm”10
[Allah yolunda savaşmaktır niyetim
İslâm dininin yalnızca yücelmesidir gayretim
Allah'ın ve evliyâ ordusunun yardımıyla
Küfür ehlini baştan başa kahreylemek niyetim
Peygamberlere ve velîlere dayanmışlığım var benim
Allah'ın lütfundandır fetih ümidim ve kuvvetim
Benliğimi ve malımı dünyada feda etsem ne olur?
Allah'a hamd olsun, var Allah yolunda savaşmaya yüzbin rağbetim
Ey Mehmed! Ahmed-i Muhtar'ın mucizeleriyle
Umarım gâlip olur din düşmanlarına devletim]
Şevketlü ve devletlü Sultân, bu kadar güzel, zarîf ve o kadar da heybetli, okuyanda ise her kelâmında ve satırında derinden derine “fenâfillah râyihası”nın tarîfsiz hazzını hissettiren; cemiyet nizâmının ancak böyle bir “Fâtih” ile te’sisinin mümkün olabileceğini va’zeden; târihin eskimez ve silinmez kanûnnâmesi hükmündeki bu şiir; o’nun hükümranlığına yakışır tarzda ve o’nun tarafından târihi kayıt altına alınmış olması da ayrıca dikkate değer muaazam hâdiselerdendir.
Görüldüğü üzre, yüce hakîkatlere kanatlı İstanbul Fâtihi büyük Türk Hakanı Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri, her dâim “sırat-ı mustâkîm” üzre olmuş ve öyle yürümüştür. O’nun Rızâenlillah’dan (Allah’ın rızâsı) başka bir dâvâsı hiçbir zaman olmamıştır. O’nun yolu; “Türk Kızıl Elma” idealinin “Cihân Hâkimiyyeti”ne açılan ve asla geri dönülemez, Allah Resûlü’nün, Sevgililer Sevgilisi Yüce Peygamber’in (Sellallahü Aleyhi Vesellem) tebşîr eylediği “Saâdeti Ebedîyye” yoludur.
Vaktiyle bütün insanlığın ihyâsı için Türk Milleti tarafından gerçekleştirilmiş bulunan bu hâlis niyetli, hakîkatli rü'yâ, Allah'ın (Celle Celalühü) lûtfuyla yeniden görülebilir, gönüllerde mâkes bulabilir ve insanlığın istifâdesine sunulabilir.
Ayrıca, Türk Milleti olarak biz, bütün insanlığı askerî, siyasî, ekonomik, sömürülerden, her çeşit baskı ve zulümlerden kurtarmaya tâlibiz. Bu sebeple, “Peygamberî Tebliğin” dün olduğu gibi bugün de sona yakın târihin bu ânındaki son temsilcisi de yine bu azîz Türk Milleti olacaktır!..
“Niyet hayır, akıbet hayır” mûcibince Türk Milleti olarak bizim niyetimiz baştan “hâlisâne” olduğu için de âkibetimiz de inşa-Allah “hayırlı” olacaktır.
Türk Milleti’nin şiârında kendisine saldırılmadıkça kimseye saldırmak yoktur. Bir saldırı vukûunda “Türk devlet geleneğine göre” evvel emirde saldırgan usûlünce îkaz edilir. Îkazımıza aldırmayanı düşmanımız belleriz ve gerektiğinde onun tepesine de balyoz gibi inmesini biliriz. Her türlü saldırıyı da Allah’ın (azze ve celle) müsâdesi ile göğsümüzü siper ederek karşılar ve püskürtürüz. Çünkü biz, hakkâniyetli Türk Milleti’yiz!..
Bizim vaktiyle meşrû dairede kurulmuş “akıncı” beylerimize bağlı hizmet veren şanlı akıncılarımız vardı. Meydan muhârebesi öncesi; sel gibi coşar, rüzgâr gibi eserek düşmanı darmadağın ederlerdi. Bugün dahî hasretle hatırladığımız Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Malkoçoğlu ve Turhanoğlu…ilh. adlarıyla bilinen nice nice destânlar yazan akıncı beylerimiz ve akıncılarımız düşmanların üzerine atılarak, kahredici yumruğunu indiren bizim baş kahramanlarımız olmuşlardır.
Yahya Kemal Beyatlı, “Akıncı” şiirinde bu heybetli akıncı akınını ve akıncı rûhunu çok güzel tasvîr etmiştir:
“Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kâfilelerle…
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan,
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla…
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!”11
Türk Milleti olarak biz, yüce Allah’ın (Celle Celâlühü) ve şanlı Peygamberi’nin (Sellallahü Aleyhi Vesellem) yeryüzündeki “hak ve hakîkat kılıcı”yız!...
Bu husûsu teyîden, S. Ahmet Arvasî, Van Eski Müftüsü Kasım Arvas’a dayandırarak büyük mutasavvıf Es-Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ne (Kuddise Sirruhu) atfen bir hâtırasında; 1915 yılında Rus ve Ermenilerin Müslüman Osmanlı ahâlisine büyük zulüm ve katliâmlarda bulunmaları üzerine Abdülhakîm Arvasî Hazretleri çevresindekileri ve yakınlarını kurtarmak için Irak ve Suriye üzerinden İstanbul’a hareket ediyor ve Suriye’de bulunduğu sırada, Suriye’liler diyorlar ki:
“Siz İstanbul’a, Türkiye’ye gitmek istiyorsunuz. Hâlbuki Türkiye çok müşkül durumda, imparatorluk çöktü çökecek, yıkıldı yıkılacak. Türkiye artık iflah olmaz; siz de perişan olursunuz. En iyisi burada kalın. Size medrese veririz, mektep veririz, hocalık veririz. her türlü imkânı veririz… Evlâtlarınızla mesut yaşarsınız.”
“Türk’e” ve “Türkiye’ye dâir” büyük Velî Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin onlara verdiği cevap şudur:
“Türkiye’ye gideceğim. Yeryüzünde iki Türk var ise, biri mutlaka benim. Ben Türk’üm, ama Jön Türk değilim.”12
Görüldüğü üzere Türk milliyetçiliği; Talas’dan Dandanakan’a, Malazgirt’den Kösedağ’a, Niğbolu’dan Kosova’ya, Varna’dan, İstanbul’a, Mohaç’dan Çaldıran’a, Mercidabık’dan Ridâniye’ye, Preveze’den Kıbrıs’a, Çanakkale’den Kutü’l Amâre’ye ve son olarak Büyük Taarruz’dan Sakarya’ya… kadar Türk Milleti’nin kanıyla canıyla yaptığı ölüm-kalım mücâdeleleri ile meydan muharebelerindeki sayısız vuruşmanın adıdır. Türk milliyetçiliği, vatan müdafaasının en keskin kılıcı, bekâ dâvâsının da “Kızıl-Elma”ya uzanan ebedîyet (sonsuzluk) ufkudur.
TEFEKKÜR
Türk-İslâm Hâkanlığı, Oğuzân-Karahan Türk
Abdülkerim Satuk Buğra Han, ilk Müslüman Türk
Akından akına sel gibi akmak vaktidir
Tûran İlleri’ne bir daha bakmak vaktidir
___________________________
DİPNOTLAR
1 Prof. Dr. Osman Turan; “Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi”; Nakışlar Yayınevi, İkinci Baskı, İstanbul, 1978, Cilt I-II. s. 236.
2 Prof. Dr. Osman Turan; age. s. 235, 236.
3 Prof.Dr. Osman Turan; age. s. 275.
4 Ahmet Şahin, “Malazgirt Destânı”, Berceste Dergisi, Ağustos 2009 Sayı: 86 , s. 39; Edebice Dergisi, Sayı: 24, Güz, 2020, Sayı: 24, s. 65, 66.
5 Prof. Dr. Osman Turan; age. s. 395.
6 Prof.Dr.Osman Turan, age. s. 379.
7 Prof.Dr.Osman Turan, age. s. 379.
8 Ahmed Cevdet Paşa; “Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ”, Bedir Yayınevi, tarihsiz, İstanbul, İkinci Cilt, s. 520.
9 Ahmed Cevdet Paşa; age. s.520.
Prof.Dr.Osman Turan; age. s.363.
Prof.Dr.Ahmet Şimşirgil;“Birincil Kaynaklardan Osmanlı Tarihi Kayı-I”, Tarih ve Düşünce Kitapları, Birinci Baskı, 2004, İstanbul, s. 46, 47.
Prof.Dr.Zekeriya Kitapçı; “Hz.Peygamberin Hadislerinde Türk Varlığı”, Selçuklular, Moğollar,Osmanlılar, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları İstanbul,1988, s.210.
10Prof.Dr.Ahmet Şimşirgil, Fatihin Dîvânını Anlamak, Fatih’in Bir Gazeli”;https://www.turkalemiyiz.com/Home/Getmedeniyet?categoryid=2&aid=532(Erişim Târihi 2 Eylül 2020)
11Yahya Kemal Beyatlı, Akıncı, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları. 27. Baskı,İstanbul, 2007; s. 13.
12 S. Ahmet Arvasi, Doğu Anadolu Gerçeği, Bütün Eserleri 4, Bigeoğuz Yayınları, İstanbul 2009; s. 58,59.
________________________________
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.