Muharrem Günay SIDDIKOĞLU

Muharrem Günay SIDDIKOĞLU

İSLAM’DA AKLIN ÖNEMİ VE SINIRI

“Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen/akletmeyen/aklını kullanmayan sağırlar ve dilsizlerdir. (Enfal suresi 22. ayet) “…Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır. (Yunus suresi 100. ayet)

Akla, ilme, düşünmeye yüce dinimiz İslam ve kitabımız Kur’an kadar önem veren hiçbir din ve semavi kitap yoktur. Yüce kitabımızda yaklaşık olarak 750 ayette akletmekten, tefekür etmekten söz edilir. Türevleri ile birlikte yüce kitabımızdaki ayetlerin dörtte biri, akıl, akletme ve ilimle ilgilidir.

Kur’an-ı kerim taklidi bir imanı değil bilakis akla dayanan, düşünerek, bilinçli bir eylem olarak edinilen tahkiki imanı kabul eder. Zaten imanın olmazsa olmaz şartlarından birincisi “aklın baliğ olması” yani bireyin analiz, sentez değerlendirme yapabilecek, iyi ile kötüyü ayırt edebilecek seviyede bir akla sahip olması (âkil ve baliğ) olması gerekliliğidir.

Başta Marksistler ve Ateistler olmak üzere İnançsız insanların önemli yanılgısı insanlığın çağımızdaki sosyal, teknolojik ve bilimsel gelişiminin salt akıl yoluyla ya da dini red ederek elde ettiğini düşünmesidir.

Hatta bir takım inançsız düşünürler meseleyi daha da ileri götürerek dinin ve vahyin her türlü gelişmenin önünde bir engel olduğunu iddia ederler. Oysa durum tam da bunun aksinedir. Zira vahyi reddeden, onun getirilerini kabul etmeyen aklın tek başına evrenin ve yaratılışın sırlarını, hayatın amacını, insanların nerden gelip nereye gideceklerine ve nasıl bir hayat sürmeleri gerektiğine dair bilgiyi kısacası ideal insan olabilmek için gereken gerçeği bulabilmesi mümkün değildir. Zaten bu mümkün olabilseydi insanlara dinler, peygamberler ve kitaplar gönderilmezdi.

İnsanlık salt aklıyla ilmi ve sosyal gelişmeleri sağlayabilmiş olsalardı bu gün Afrika ve Avustralya ormanları başta olmak üzere vahye muhatap olmayan, yani dinden, kitaptan ve peygamberden haberleri olmayan yerli kabilelerin sosyal yaşantıda, bilimde teknolojide ve ahlaki yaşantıda ilkel bir durumda olmayıp ileri bir derece de olmaları gerekirdi.

İnsanoğlu vahye muhatap olmasa, kendisine peygamberler ve kitaplar gönderilmiş olmasa ne bilim ve teknoloji olarak, ne toplumsal düzen olarak, ne de ahlaki gelişim seviyesi olarak asla bugünkü seviyelerinde olamayacaklardı. Tıpkı Afrika ya da Avustralya ormanlarında salt akıllarıyla yaşamaya çalışan insan toplulukları gibi…

O halde akıl ancak vahyin ışığıyla evrene, dünyaya ve insana baktığında evren hakkında, insan ve yaşam hakkındaki gerçeği ve doğruyu bulabilecektir. Vahyin ışığını almayan ya da bu ışığa sırtını dönen akıl oldukça sönüktür ve gerçeği bulmaktan da son derece uzaktır.

İslâm dini, akla, düşünmeye büyük bir önem verir. İslam dininin muhatabı akıllılardır. Dinde aklı olmayanların mükellefiyeti yoktur. Fakat aklında bir sınırı vardır. Çünkü akıl da yaratılmıştır. Bu bakımdan aklın vahye, yani vahyin sahibi olan Allah’a rakip olması beklenemez. Aklını vahye rakip yapan kimsenin şeytandan farkı yoktur. Çünkü şeytanda Allah’ın “Âdeme secde et” emrine aklını kullanarak karşı çıkmış, “Beni ateşten yarattın, O’nu topraktan yarattın” ben ondan üstünüm diyerek Allah’ın emrine karşı gelmiş ve kâfirlerden olmuştur.

Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül; bunların hepsi ondan (o ardına düştüğün şeyden) sorumludur. (İsra 17, 36.) Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilirsin (ne de) boyca dağlara erişebilirsin. (İsra 17,37) Böylesi kötü şeylerin hepsi,Rabbinin katında hoş görülmeyen (davranışlar)dır. (İSRA 17,38) Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmet(ler)dendir. Allah ile beraber başka bir ilâh edinme (Allah yerine ona bağlanma); sonra kınanmış, kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.” (İsra 17,39) “Allah öyle bir ilâh ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve Kayyûm’dur (daima diri ve yarattıklarını gözetip yönetendir ve her şey varlığını O’nunla devam ettirir). Kendisini ne bir uyuklama (gaflet) ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde olanlar(ın hepsi) ancak O’nundur. O’nun izni olmadıkça O’nun katında kim şefaat edebilir? Kullarının önündeki ve arkasındaki (geçmiş ve geleceklerini, yaptıklarını ve yapacaklarını, dünya ve âhirete ait) şeylerini O bilir. Onlar, O’nun ilminden ancak dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü (kudreti, mülk ve hükümranlığı) gökleri ve yeri kaplamıştır; onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür.”(Bakara 2, 255.)

Mümkündür ki nefret ettiğiniz bir şey sizin için iyi olabilir ve yine mümkündür ki hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Allah bilir ama siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216) Mealindeki ayetler, insan bilgisinin, duyuların sorumluluk imkânları içinde sınırlı olduğunu, bunun için insanın bu sınırlı duyulara güvenip de kibirlenmemesi ve bilemeyeceğini bilmeye, yapamayacağını yapmaya uğraşarak emeğini boşuna harcamaması gerektiğini belirtmektedir. Bunu anlayıp öğrenmenin de bir hikmet (derin felsefi bir görüş) olduğu söylenilmektedir.

İslam’a göre akıl, sonsuz ve sınırsız değil, tam tersine sonlu ve sınırlı bir özelliğe haizdir. Aklın başlangıç ve bitiş noktası vardır. Aklın sınırının bittiği yerde aklın devreye konmaya çalışılması bir akılsızlıktır. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin dediği gibi, aklın çaresiz kaldığı yerde, yine aklı devreye koymayı afedersiniz ama çamura batmış merkebin haline benzetilmiştir. Çamura batan eşşek çırpındıkça daha çok batar. Battıkça da daha çok olumsuzluğa mahkûm olur. Aynen bunun gibi, aklın sınırının bittiği yerde akıl devreye konmamalıdır. Elbette ki akıl önemlidir ancak her şey akılla da bilinip kavranamaz. Böyle bir konumda akıl nakille bildirilen gerçeklere tabi olmalıdır. İslam’ın iyi anlaşılması için akıl, bilim vb. vazgeçilmez özelliklere ihtiyaç vardır. Her aklın ortaya koyduğu fikirler doğru, mantıklı görülebilir. Ama her mantıklı görünen mutlak gerçektir denemez. Albert Einstein’ın “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topaldır” dediği gibi İslam akılla, ilimle anlaşılıp yaşanmaktadır. İnsanlar zeki olabilirler fakat akıllı seçim yapmayabilirler.

Bize göre İslâm dünyasının en büyük problemi vahyin ışığında aklını kullanmamak, bilgisizlik ve cehalettir. İslam’a göre bir mü’min bildiği işi yapmalı ve yaptığı işi de iyi bilmelidir.

İslâm'a göre bilgi üstünlük vesilesidir. Bilen insan bilmeyenden her zaman üstündür. Zaten bu üstünlüğün en canlı şahidi tarihtir. Çünkü tarih buyunca akletmeyen, bilmeyen, bilim ve teknoloji üretmeyen toplumlar, bilen, akleden, bilgi ve teknoloji üreten toplumların kölesi olmaktan kutulamamışlardır. ilim ve hikmet müminin yitik malıdır; mümin, yerine ve söyleyene bakmaksızın onu nerede bulursa almalıdır. Her kötülüğün, hatta küfür ve şirkin de başı bilgisizlik ve cehalettir Yüce kitabımızda “insanın cahillerden olmaması (En’âm, 6/35; Hûd, 11/46), cahillerden yüz çevrilmesi gerektiği (Bakara, 2/67; Ar’âf, 7/199)” bildirilmiştir. İslâm dünyasının bu günkü perişan halinin sebebi de cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu bilen bir kimse kafir olmaz Şirkin ne demek olduğunu bilen, Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına ibadet etmez Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim'de "Sakın ha cahillerden olma!" (el-En'âm, 6/35) buyurulmuştur Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki “…Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır. (Yunus suresi 100. ayet)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Muharrem Günay SIDDIKOĞLU Arşivi
SON YAZILAR