ALLAH İNSANI YARATTI VE ÜLKÜLERLE DONATTI
Cenab-ı Hakk, insanı kendisini tanıması, bilmesi, ibadet ve itaatla kulluk etmesi için (Zariyat 51/56), en güzel biçimde (Tin 95/4) yaratmış; şan ve şeref vermiş, yarattıklarının çoğundan üstün kılmış (isra 17/70), başıboş bırakmamış (Kıyame 75/36) ona bir takım ülkü ve hedefler göstermiş, sorumluluklar vermiş, emanet yüklemiş (Ahzâb 33/72) ve yeryüzünde halifelik görevi vermiş (Bakara 2/30; Sad, 38/26) ve yeryüzünü imar etmekle görevlendirmiştir (Hud 11/66).
Yüce Allah nasıl ki kâinatta ve dünyada hakka, adalete dayanan ve tıkır tıkır işleyen bir düzen kurduysa, halifesi olarak yarattığı insana da bir takım görev ve yükümlülükler yüklemiştir. Allah’a ibadet ve taatla kulluk etmenin yanında insana yüklenen en önemli görevlerden birisi de dünyayı imar etmek ve dünyada hakka ve adalete dayanan bir düzen ve medeniyet kurmak ve dünyayı barış yurdu haline getirmektir.
Yüce kitabımız Kur’an, insanlara medeniyet kurma sorumluluğunu yüklemeyen bir din ve ibadet kitabı değildir ve olmamıştır. Kur’an’ın insana yüklediği vazife aslında kapsamlı ve genel manasıyla yeryüzünü imar etmektir. İslâmi manada imar kavramı maddi, manevi, ilmî ve iktisadî manaların tamamını içine alan bir kavramdır. Allah insanı en güzel biçimde ve kıvamda yaratmış, ona halifelik, imamlık ve önderlik görevi vermiş ve bir takım ülkü ve hedefler göstermiştir.
Ülkü, Mefkûre, “Türk Ülküsü”, “Türklük Ülküsü”, “Türk Birliği Ülküsü” “Turan Ülküsü” “Millî Ülkü” “Kızılelma” gibi kavramlar Gökalp, Atsız ve Türkeş geleneğiyle Türkçü-Turancı düşüncede derin yer etmiştir. Gökalp “mefkûre” üzerine özellikle durmuş ve cemiyetlerin mefkûresiz olarak yaşayamayacaklarını dile getirmiştir. Aynı soydan gelse bile ortak bir gelecek tasavvuru olmayan toplulukların millet olamayacaklarını vurgulamıştır (Gökalp 1976a: 25). Gökalp mefkûreyi “geleceğin yaratıcısı” olarak tanımlar. Gökalp’a göre “mefkûre hâlin mürebbisi ve istikbalin haliki olmakla beraber mazinin bir şen’iyetidir. Milletin mazisinden gelip onu istikbaline doğru iten fikri bir hamlesidir.” (Gökalp, 1976b: 69)
Türklerin cihan hâkimiyeti mefkûresini, fetih ve hâkimiyet anlayışını temsil eden en eski sembollerden birisi olan Kızılelma, bir ideal olarak uzak ve erişilmez hedefleri temsil eder. Kızılelma aynı zamanda dünyaya hükmetme ve adalet dağıtma iddia ve ülküsüdür. Kızılelma, Pekin, İstanbul, Roma, Viyana, Estergon, Budin gibi fethedilmesi hedeflenen çeşitli şehirlerin ifadesinde kullanılmıştır. Bununla beraber Osmanlı döneminde daha çok Roma için kullanılan bir kavramdır.
Atsız’a göre: “Bir milletin yürütücü kuvvetine “ülkü” denir. Toplumlardaki kişileri birbirine bağlayan nesne sadece kök birliği, çıkar ve ihtiyaç değil, bunlarla birlikte ve aynı zamanda ülküdür. Ülküsüz topluluk yerinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır. Sözlük anlamı “and” ve “uzak hedef” demek olan “ülkü”, topluluğu aynı yolda yürüten bir kuvvettir ki, bu uğurda insanlar birbirlerine karşı içten sözleşmiş gibidirler. Ülkü, ilkönce, insanların gönüllerinde, gönüllerinin derinliğinde, şuur altlarında, hayallerinde doğar ve kendini önce destanlarda gösterir. Sonra şuura geçer, büyük kılavuzlar tarafından açıklanır. Daha sonra da büyük kahramanlar, onu gerçekleştirmek için büyük hamleler yapar. Bu hamle sırasında da ülkülü millet, kahramanlarının ardından gönül isteği ile koşar. Bütün bu uğraşmalar arasında da millet yürür, önce manen, sonra maddeten ilerler, olgunlaşır, erginleşir”(Atsız,1997, s.11). Atsız’a göre Kızılelma, Türk milletinin manevî besinidir (Atsız,1997, s.15). Özellikle yükseliş devirlerinde Kızılelma, Türklerin cihan hâkimiyeti şeklinde algılanmıştır (Kösoğlu, 2013, s. 165). Kızılelma’yı “ülkü yolunda kat edilmesi gereken mesafe, alınması gereken hedef” olarak açıklayan Türkeş’e göre Ülkücülük, “idealizim” demektir. Türkeş, Dokuzışık’ta “Ülkücü Hedef” başlığı altında Kızılelma’yı şöyle açıklar:
“Ülkücülük, idealizm demektir. Bizim ülkümüzün hedefi Türk Milleti’ni en kısa yoldan, en kısa zamanda, başkalarına avuç açmadan çağlar üzerinden sıçrayarak çağdaş medeniyetin en ön safına geçirmek, ilimde, teknikte, medeniyette yeryüzünün en kuvvetli varlığı haline getirmek, Türklüğü yüceltmektir. Bütün Türklerin tutsaklıktan kurtulup hür ve bağımsız olması ülkümüzdür. Ülküler adım adım gerçekleşir. Ülkülerin gerçekleşmesi yolunda bir takım hedefler vardır. Türk tarihinde bu hedefler her zaman olmuştur ve “Kızılelma” sözüyle ifade edilmiştir. “Kızılelma” ülkü yolunda kat edilmesi gereken mesafeyi, alınması gereken hedefi gösterir. Ülküler bir insanın ömrü içinde gerçekleşmeyebilir. Fakat milletin hayatı içinde bu hedeflere varılabilir. Şunu hatırdan çıkarmayınız ki, ülküsüz insan çamurdan farkı olmayan bir varlıktır. (Türkeş,1978, s.143-146) Türkeş’e göre ülkü; “insanın kalbini aydınlatan bir güneştir. Ülküsüz insan çamurdan bir varlık gibidir. Ülküsüz insan dümensiz, pusulasız bir gemi gibidir. Bunun için her Türk milliyetçisi, her Dokuz Işık’çı mutlaka ülkücü olacaktır, mutlaka ülkü sahibi bulunacaktır. Milliyetçiliğimizin ve ülkücülüğümüzün insâni yönüne de dikkat çeken Türkeş’e göre her ülkücü, “hem milli ülkü sahibi hem de insâni ülkü sahibi” olacaktır (Türkeş, 1978, s. 143).
Bahçeli’ye göre “Ülküsüz beden, tıpkı ülkesiz insan, tıpkı yörüngesiz gezegen gibidir. Büyük hedefler büyük heyecanların, büyük heyecanlar ise büyük düşüncelerin eseridir. Uzak hedefleri kucaklayan, hayal gibi görülen ülkülerin peşinde koşanlar ancak ve ancak gönlü, yüreği, vicdanı, ruhu, heyecanı ve şuuru büyük olan dava adamlardır. Büyük dava adamları aynı zamanda akıl kutupları, ahlak kahramanlarıdır. ” (Bahçeli, 30 Ağustos 2019, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın yeni hizmet binasının açılış töreni konuşması.) (http://www.mhp.org.tr/htmldocs/genel_baskan/konusma/4596/index.html).
Atsız açısından Kızılelma “Türk Ülküsü” ile özdeş bir kavramdır. Bunu şu ifadesinden anlıyoruz: “Türkler, kendi ülkülerine niçin “Kızılelma” demiştir, bunun sebebini bilmiyoruz. Yalnız bu addaki saflık ve tabiîlik, Türk ülküsünün çok eski olduğunu göstermek bakımından manâlıdır. Kızılelma adı, ülkünün, aydınlardan önce halk arasında doğduğunu gösterse gerektir. Kızılelma ülküsü Osmanlıların parlak çağlarında iyice belirip şekillenmiş ve konak konak, Türk büyüklüğünün, yükseklik fikrinin, ilâhi bir gayenin timsâli haline gelmiştir. Atsız’a göre bu büyük düşünce olmasaydı XI. Yüzyılda Anadolu’ya gelen, en çok bir milyon Türk, Bizans’ın Asya ve Avrupa’daki topraklarında dünya çapında bir devlet kurup teşkilat ve medeniyet şaheseri yaratamazdı. (Atsız 1997: 12)
M.H. P. Genel Başkanı Dr. Devlet BAHÇELİ, Kızılelma’yı şöyle tarif ediyor: “Kızılelma ülküdür, ülküsüzler anlayamaz. Kızılelma âleme nizam iradesinin tezahürüdür, iradesizler tanıyamaz. Kızılelma Türk milletinin cihana hâkimiyet mefkûresi ve sembolüdür, Türk düşmanları tanımlayamaz, işbirlikçiler idrak edemez. Kızılelma, pazarda alınıp-satılan elma değildir. Türk milletinin ilahi sır gibi asırlardır vicdanında yaşatıp büyüttüğü milli ahlakı, milli asabiyeti, milli varlığının istikbal nurudur. Kızıl ruhlar, kirli emeller, gizli ve kindar hevesler Kızılelma'dan gocunsa da, Türk milletinin Kızılelma'sı vardır, mutlaka bir gün ulaşılacaktır. Merhum Ziya Gökalp bakınız ne diyordu: 'Zemini mefkûre, seması hayal; bir gün gelecek, fakat şimdilik masal' Kızılelma gideceğimiz, gitmek istediğimiz, izimizi kazıyıp ismimizi tarihin alnına yazacağımız her yerdir. Merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Malazgirt Marşı'nda, 'Kızılelma'ya hey Kızılelma'ya' derken elbette İ'lay-ı Kelimetullah'ı haykırıyor, Türk milletinin özlemlerini seslendiriyor, milli hedef ve hayallerinin önünü açıyordu” (https://www.iha.com.tr/haber-mhp-lideri-bahceliden-kizil-elma-sirktir-aciklamasina-sert-tepki-706052/).
Orhan Şaik Gökyay’ın açıklamakarına göre Kızılelma: Eski çağlardan beri Türk cihan hâkimiyeti idealini sembolik olarak ifade eden bir kavram. En eski kaynaklardan başlayarak kızılelma tabirinin nereden geldiği açıkça belirtilmeksizin "erişilmesi istenen ülkü, elde edilmesi amaçlanan muhayyel yer" anlamında kullanıldığı görülmektedir. Bazı araştırmacılar tabirin köklerinin Uzakdoğu'da mitolojik çağlara kadar uzandığını ortaya koymaya çalışırken bir kısmı da insanlık tarihi kadar eski olan bu motifin Batı dünyasında da mevcut olduğunu belirtir. Bazı çağdaş araştırmacılara göre ise ilk defa Orta Asya'da Türkler arasında doğan bu ülkü, Ergenekon destanında Ergenekon'dan dışarı çıkma ve kaybedilmiş olan eski yurdu tekrar ele geçirme ideali şeklinde görülür. Kavram zamanla, gerçekleştirilmesi düşünülen idealleri ve zapt edilmesi gereken yerleri belirleyen bir sembol haline dönüşür. Orta Asya'da Oğuz Türkleri için Kızılelma, hangi yöne giderlerse gitsinler hedefleri ve kazandıkları zaferin adı haline gelir.
Batı kaynaklarında asa ile birlikte hükümdarlık alameti olarak kullanıldığı belirtilen kızılelma bazılarına göre İtalya'da Roma şehri, bazılarına göre de Roma'daki Saint Pierre Kilisesi'nin üzerinde bulunan ve denizden de görülebilen altın yaldızlı küre ya da bu kilisenin üstü kırmızı bakırla kaplanmış kubbesidir. Ancak bu ideal Osmanlılar'da biraz daha farklı bir anlam kazanır. Oğuzlar, Selçuklular ve Osmanlılar tarafından Roma ve Bizans imparatorluklarının hâkimiyeti altındaki ülkelerin fethedilmesiyle Türklerin cihan hâkimiyetinin gerçekleşeceği düşüncesi ne varılması birbirini tamamlayıcı mahiyette ideallerdir. Bundan dolayı özellikle İstanbul'un fethi bir anlamda kızılelma idealinin gerçekleşmesi şeklinde yorumlanmıştır. (Gökyay,2002, 559-561)
Türkeş’e göre “Kızılelma, ülkü yolunda kat edilmesi gereken mesafeyi, alınması gereken hedefi gösterir” (Türkeş 1978: 146). Larousse’dan aktarılana göre de “Nerede olduğu ya da olacağı belirtilmeyerek yeryüzündeki bütün Türklerin birleşip kuracakları ideal ülke veya bütün Türklerin bir araya toplanması ülküsü” şeklinde tanımlanmıştır (Kırzıoğlu, 1997, s. 89). İsmet Çetin’e göre” “Kızılelma kelime anlamıyla, Türkler, özellikle Oğuz Türkleri arasında cihan hâkimiyetinin sembolü olarak ifadesini bulmaktadır. Kızılelma, Türklerin yaşadıkları bölgeye göre batı yönünde ulaşılması gereken bazen bir belde, bazen de bir ülkedeki taht veya mabed üzerinde pırıldayan veya Cihan hâkimiyetini temsil eden som altından yapılma bir yuvarlak veya toptur. Bu top bazen zaferin işareti, bazen hâkimiyetin sembolü bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olarak ifade edilmiştir” (Çetin, 2018, s. 36).
Recâi Coşkun, ” Kızılelma’dan Türk İslam Ülküsüne: Türklerin Küresel Düşleri” adlı makalesinde Kızılelma’yı “Kızılelma Türklerin bütün dünyaya hükmetme ve adalet dağıtma iddia ve ülküsü ve Türklerin cihan nizamı” olarak tarif etmiştir (Coşkun, 2014, 31).
Cenab-ı Hakk, insanı kendisini tanıması, bilmesi, ibadet ve itaatla kulluk etmesi için (Zariyat 51/56), en güzel biçimde (Tin 95/4) yaratmış; şan ve şeref vermiş, yarattıklarının çoğundan üstün kılmış (isra 17/70), ona bir takım sorumluluklar vermiş, emanet yüklemiş (Ahzâb 33/72) ve yeryüzünde halifelik görevi vermiştir (Bakara 2/30; Sad, 38/26)
Yüce kitabımızda insanın boşuna ve başıboş yaratılmadığına ve ona bir takım görev ve sorumlulukların verildiğine dikkat çekilir:
“Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun 23/115); “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?”(Kıyame 75/36). “İnsanlar (dünyada Allah’a ibadet ve itaat etmeden, çeşitli çile ve güçlüklerle, bazen de verilen bol mal ve refah ile) imtihan edilmeden (sadece) “inandık” demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebut 29/2 ) (bk. Bakara 2/214; Enbiya 21/35)
“Dolayısıyla insan yapıp ettiklerinden sorumludur. Hatta görülen âlemde, sorumluluk bilincine sahip tek yaratık insandır. Nitekim bir Âyet-i Kerime’de; “ Biz emaneti göklere, yer küreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir” (Ahzâb 33/72) buyurulmaktadır.
Emaneti çoğunlukla tefsirciler "yükümlülükler" ve "farzlar" diye tefsir etmişlerdir. Bunu şöyle anlamak gerekir. Allah'ın gerek kendi hakları ve gerek insanların hakları ile ilgili emirlerinin ve yasaklarının, hükümlerinin yerine getirilmesine Allah'ın emîn'i, inanç memuru olmak demek olan emanetini, yani Allah'ın diğer eşyada olduğu gibi zorlama ile cebren değil, hoşnutluk ve gönülden tercihle yaptırmak istediği serbest fiillerden emrine itaatla halifeliği demek olan görev ve yükümlülüğü o göklere ve yere ve dağlara, yukarıda ve aşağıda o ağır ve büyük varlıkların ve gök cisimlerinin hepsine teklif eyledik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve çekindiler, gerçi gökler ve yeryüzü, Allah Teâlâ'nın "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin," (Fussilet, 41/11) gibi kâinata yönelttiği emirlerini "İsteyerek geldik." (Fussilet, 41/11) diye isteyerek kabul ettiler. Öyle iken başkalarının haklarının yüklenmek mânâsını ifade eden emanet kendilerine teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. Emanet, böyle göklerin ve yeryüzünün ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, sorumululuk getiren büyük ve korkunç bir yüktür. Burada "teklif" etmeyi ve "yüz çevirme"yi gerçek mânâsı üzere anlayan tefsir bilginleri varsa da, çokları emanetin büyüklüğünü beyan için "temsili istiare" (benzetme ve temsil yoluyla anlatım) biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emanet ifa edildiği takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi, yerine getirilmediği takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rüsvaylıktır, rezalettir. İnsan ise onu yüklendi, (belâ) dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti. O insan çok zalim ve çok cahil bulunuyor. (Elmalılı Hamdi, Kur’an Tefsiri, Ahzab,33/72)
Bu ayette anlatıldığı gibi emanet ve hilafet görevi o kadar ağır ve önemlidir ki, insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı olan yer, gök ve dağlar bunu yüklenmekten kaçınmış ve bu büyük yük “emanet ve hilafet” insana yüklenmiştir. Çünkü insan Cenâbı Hakk tarafından bu yükü taşıyacak şekilde “yüceltilmiş, şan ve şeref sahibi olarak yaratılmıştır ve çeşitli ayrıcalıklarla donatılmıştır (İsra suresi, 17/70)
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde, insanlar arasında adaletle hükmet…(Sad, 38/26) (Ayrıca adalet için bak: Nahl16/90, Nisa 4/58, Maide 5/8) Yüce Allah, insana yüklediği vazifeyi, Kur’an-ı Kerimin bir kaç âyetinde şöyle izah eder: “Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. O, sizi yerden var etti ve size orayı mamur hale getirme görevi verdi. O halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz rabbim yakındır, duaları kabul eder.” (Hûd 11/61.) Yani sizi, yeryüzünü mamur hale getirmekle mükellef kıldı. “Hani rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’demişti.” (Bakara 2/:30) Yani yeryüzünde mahlûkatın arasında benim yerime adalet dağıtacak bir halife. O halife Hz. Âdem ve mahlûkat arasında Allah’a itaat çerçevesinde hüküm ve adaleti icra edenlerdir. Ancak Kur’an, insanlara medeniyet kurma sorumluluğunu yüklemeyen bir din ve ibadet kitabı değildir ve olmamıştır. Kur’an’ın insana yüklediği vazife aslında kapsamlı ve genel manasıyla yeryüzünü imar etmektir. Bu vazife, muhtevası itibariyle sağlam bir İslam toplumu ikame etmeyi, şümullü bir insan medeniyeti kurmayı içine alır..
Yüce Allah, insanı yeryüzünde kendisine halife olarak yaratıp, birçok nimetleri onun emrine- idaresine vermiş ve bu bağlamda dünyasını mamur ve ahiret hayatı için de bir köprü olması için medeniyet kurma sorumluluğunu da yüklemiştir. Sorumluluklarımızı özetleyecek olursak; Yüce Allah insana dört türlü sorumluluk yüklemiştir: Allah’a, topluma yani içinde yaşadığı tolum olmak üzere bütün insanlığa, kişinin kendisine yani nefsine, yaşadığı çevre ve doğaya karşı insan sorumlu tutulmuştur. (İpek,2013. s.439)
Elmalılı Hamdi Yazır Bakara suresi 30. Ayetin tefsirini yaparken “halife” sözünü şöyle açıklar:
“Kendi irâdemden, kudret ve sıfatımdan ona bâzı salâhiyetler vereceğim; o bana vekâleten mahlûkâtım üzerinde birtakım tasarruflara sâhip olacak; benim adıma ahkâmımı icrâ edecek; o bu hususta asıl değil, ancak benim bir vekîlim olacak. İrâdesiyle benim irâdelerimi, benim emirlerimi, benim kânunlarımı tatbîke memur bulunacak. Sonra arkadan gelenler ona halef olarak aynı vazîfeyi icrâ edecek ve “O (Yüce Allah) sizi yeryüzünde halîfeler kıldı.” (En’am, 165) âyetinin sırrı ortaya çıkacak.” (Elmalılı, Hak Dîni, I, 299, 300)
Bu ayeti kerimelerden anladığımıza göre Cenâb-ı Hakk insanı:
1. Mârifetullah; kendisini bilmesi ve tanıması;
2. İbâdetullah; kendisine ibadet ve tatla kulluk ve ibadet etmesi;
3. Halifetullh; kendi adına dünyayı adaletle idare etmesi,
4. İmâretü’l arz; arzı yani yeryüzünü işlemesi ve imar etmesi için yaratmıştır.
Yüce Allah âlemde nasıl ki adalete dayanan ve tıkır tıkır işleyen bir düzen kurduysa, Allah’ın halifesi olan insanoğlu da yeryüzünde hakka ve adalete dayanan ve saat gibi tıkır tıkır işleyen bir düzen kurmakla ve yeryüzünü imar etmekle işlemek (İmaretuül arz) le yükümlüdür.
İmam-ı Gazalî döneminde yaşamış ve hicrî 6.yy’da vefat eden Müslüman âlim Ragıb El-İsfehani “Mutluluğun kazanılması”” adlı kitabında insanın yaratılış amacını şöyle açıklar:
İnsanın yaratılmasındaki amaç, Yüce Allah’ın hikmeti gereğince Kur’an’ın farklı yerlerinde geçen ayetelerde zikredildiği üzere; O’nun kulu ve halifesi, dininin ve peygamberlerinin yardımcısı olması, yeryüzünü bayındır hale getirmesidir.
Nitekim Yüce Allah bu konuda,
“Ben insanları ve cinleri (sizin tarafınızdan görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen her şeyi) sadece bana kul olsunlar diye yarattım”(Zariyat, 51: 56)
“Ben yeryüzünde bir halife (bireyde huzuru, toplumda adaleti sağlayan bir insan) yaratacağım” (Bakara, 2: 30).
“Mü’minlere yeryüzüne hükümdar olma imkânını bahşedeceğim.” (Nûr, 24: 55)
“Görmeden iman ettiği halde Allah’ın dinine ve peygamberine kimlerin yardım etmek için gayret edeceğini ortaya çıkarmak için” (Hadid, 57: 25)
“Ey iman edenler Allah’ın dinine yardımcı olun!” (Saf, 61: 14).
“Yaşadığınız yerleri bayındır hâle getirmenizi size lütfeden Allah’tır” (Hud, 11: 61) buyurmaktadır.
Zikredilen ayetlerin işaret ettiği üzere, bütün bu görevler ancak insan tarafından hakkıyla yerine getirilebilir. Nitekim Yüce Allah meleklerine, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” (Bakara, 2: 30) buyurduğu ayetiyle buna temas etmiştir. (İsfehâni, 2018, s.69-70)
Önce Anadolu’yu daha sonra da devletin ulaştığı sınırlar dâhilindeki diğer vatan topraklarını İslâmiyetin ilkelerini gönülden sevdirmek suretiyle mayalayan sûfîlere göre insan Allah’ın yarattığı en şerefli varlıktır. Kâinatta halifelik ona verilmiştir. Bu ilâhî görev siyasetçide olması gereken insan odaklı ufku çizmiştir. Bu da "insanı yaşat ki devlet yaşasın" anlayışıdır. Bu yüzden insanın halifelik görevini yapabilmesi için kulluk için yaratıldığının farkında olması lazımdır. Dünya ve içindekiler mâsivâ olduğundan kalpte sevgisi olmamalıdır. O ancak Allah aşkıyla huzur bulur. Onun için şan, şeref, debdebe ve kuru kavgaya gerek yoktur. Dünyalık ve makam geçici, Ahiret bakidir. Allah’ın rızası ve ihlâs amellerde olmazsa olmaz şarttır. Yaratılanı Yaratıcısı dolayısıyla sevmek gerekir. Halka hizmet Hakk'â hizmettir. Allah’ın adı gönüllere ve yeryüzünde her tarafa yayılmalıdır. Bunun için insan önce nefsiyle küçük cihad etmeli, onu tezkiye ve terbiye etmeli, daha sonra Allah’ın adını yüceltmek (i’lây-ı kelimetullah) için şartlar oluştuğu zaman gaza etmelidir.. (Özsaray, 2018. s. 82)
Türkler tarih sahnesinde görüldüğü andan itibaren İslam dinindeki insanın halife olarak yaratılış ve Allah’ın halifesi olmak düşüncesine parelel olarak “üstte gök aşağıda yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlunun yaratıldığına ve insanoğlunu idare etmek üzere Türk hakanlarının Yüce Allah tarafından görevlendirilip Yüce Tanrı’dan kut alarak tahta oturduklarına inanmışlar, “gökyüzü çadırımız, güneş bayrağımız” düşüncesi ile bütün dünyayı kendi vatanları olarak görmüşlerdir (Günay, 2004). İslâmi esaslarla birebir örtüşen bu düşünce Türk Cihan Hâkimiyeti mefkûresini doğurmuştur. Türk cihan hakimiyeti ülküsünün hedefi, Türk töresi ile âleme nizam vermek, kan ve gözyaşının akmadığı bir barış dünyası kurmaktı. Bu düşünce İslâmi devirlerle birlikte Nizâm-ı âlem düşüncesine dönüşerek devam etmiştir. Nizâm-ı âlem ülküsünün hedefi de âleme Allah’ın barış dini olan İslâm ile âleme düzen vermekti. İşte bu yolda kat edilmesi gereken mesafe ve hedefler genel olarak Kızılelma adıyla ifade edilmiştir. Kızılelma ülküsü bir bakıma Cenâbı Hakk’ın Türk milletine göstermiş olduğu yer ve hedeftir. Başta Kızılelma ülküsü olmak üzere Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü, Nizâm-ı âlem ve İ’lây-ı kelimetullah ülküsü bizim millî ülkülerimiz olduğu kadar aynı zamanda hem islâmi hem de insâni ülkülerimizidir.
Yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak, insanlığın idaresi ile görevlendirme düşüncesi ile hareket eden atalarımız ülkeleri fethetmeden önce, adalet, hoşgörü ve halka hizmet anlayışları ile gönülleri fethetmiş bu sayede tarihte hakka, adalete ve barış temeline dayanan büyük devletler ve medeniyetler kurmuşlardır. Oğuz Han’ın, Mete’nin, Kürşad’ın Osman Gâzi’nin ve Fatih’in torunları olarak şimdi yeni ülküler ve Kızılelmalar peşinde koşma, gönülleri fethetme, kan ve gözyaşının akmadığı, hak sahibinin hakkını, aldığı bir dünya kurma sırası bizdedir.
KAYNAKLAR
Atsız, N. (1997). Türk Ülküsü, İstanbul: İrfan Yayımcılık.
Coşkun, R. (2014). “Kızılelma’dan Türk İslam Ülküsüne: Türklerin Küresel Düşleri”, Düşünce Dünyasında Türkiz Siyaset ve Kültür Dergisi Yıl:5 / Sayı: 25 / Ocak - Şubat 2014
Çetin, İ.(2018), Kızılelma, Ankara: Kurgan Edebiyat yayınları:42.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili cilt, 1- II
Gökalp, Z. (1966/1996a) Türkçülüğün Esasları, Sadeleştiren: Cengiz Han, İstanbul: Kamer Yayınları.
Gökalp, Z. (1976b)Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Kültür Bakanlığı Yayını
Gökyay, O. Ş. (2002), “Kızılelma”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 25, Ankara.Türkiye Diyanet Vakfı Yayını.
Günay, M. (2004), Devlet ve Hayat Felsefemiz Dünya Barışı, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Kültür Hizmeti, Geçit Yayınları.
İpek, M. (Güz 2013), s.439, Kur’an’a Göre İnsanın Yaratılış Hikmeti Ve Sorumluluğu, EKEV Akademi Dergisi Yıl: 17 Sayı: 57
İsfehanî, R. el. (2018). Mutluluğun Kazanılması, çeviri: Mustafa Solmaz. İstanbul, Sûfi Kitap.
Kırzıoğlu, B. (1997), “Kızılema’nın Türklük İçin Anlamı ve Cengiz Aytmatov’un Kızıl Elma Hikâyesi”, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 7.
Kösoğlu, N. (2013), Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı. İstanbul: Ötüken Yay.
Özsaray, M. (2018), Arşiv Belgeleri Işığında Osmanlı'da Devlet-Tekke İlişkileri (XIX. Yüzyıl). İstanbul: Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Temel İslam Bilimleri Programı, Doktora Tezi,
Türkeş, A. (1978). Dokuz Işık, İstanbul: ÜL-KOR Kitap Evi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.