Muharrem Günay SIDDIKOĞLU

Muharrem Günay SIDDIKOĞLU

KIZILELMA ANADOLU VE MALAZGİRT ZAFERİ

Tuğrul Bey’in ölümü üzerine çocuğu olmadığı için yerine kardeşi Çağrı Bey’in oğlu Alparslan geçmiştir. Artık Türk’ün Kızılelması Anadolu’ yu vatan yapmak ve orada bir devlet kurmaktır. Alparslan kazandığı Malazgirt zaferi ile bu yolu açmış, Anadolu topraklarının Türk vatanı olmasını sağlamıştır.

            Alparslan’ın Selçuklu tahtına oturduğu zaman Anadolu’da yaşayan halk perişan bir durumda olup, halkla birlikte Bizans askerleri de para ve yiyecek sıkıntısı çekmekte idi. Bizans’ın takip ettiği Ortadoks zihniyeti kavimleri, diğer mezhep ve dinleri yok etmek gayesi güdüyorlardı. Bizans İmparatoru Kotsan tin Dukas’ın ölümü (1067)  üzerine yerine karısı Eudoxia geçmişti. Bizans iç karışıklıklar içinde idi.

            Anadolu içlerine doğru Türk akınlarının her geçen gün arttığı bir dönemde bu karışıklıklara son vermek amacıyla Eudoxia Romen Diyojen ile evlendi. Romen Diyojen, 1068 yılında imparator ilan edildi.

            Bizans tarihçisi Auguste Baılly, Romen Diyojenin Bizans hükümdarı oluşunu ve Malazgirt seferini şöyle anlatır:

            Bu sırada Anadolu’da Türklerin istilası aralıksız devam ediyordu. Onlar da, bütün dünya hazinelerinin yığıldığı bu masal beldesinin rüyasını görmekte idiler. Romanos Dioyenios onları geri atmak istemiş ve kendisinin yönettiği bir sefer tertiplemişti. Bu sefer, Bizans ordusu için felaket olan ve imparatorun esir düşmesi ile nihayet bulan Malazgirt Meydan Savaşı (26 Ağustos 1071) ile sonuçlanmıştı. Bu, imparatorluğun hayatında bir dönüm noktası oluşturan tarihlerden biridir; en zengin ve en güçlü Anadolu eyaletleri bundan böyle Türklere ait bulunmakta idi. (Auguste Baılly, tarihsiz, c.II, s. 27)

            Romen Diyojen, 1070-1071 kışında, büyük ordusunu hazırladı. O, Anadolu’yu Türklerden kurtarmaktan başka İslâm ülkelerini istila ve hatta Selçuk devletini de tahrip etmek maksadı ile Bizans tarihinin en büyük ordularından birini vücuda getirdi. Bu ordu Balkan vilayetlerinden, Bitinya, Kapadokya, Kilikya ve Trabzon bölgelerinden ve Ermeni halkından başka Slav(Rus), Bulgar, Alman(Got), Frank, Ermeni, Gürcü, Hazar, Peçenek, Uz (Oğuz) ve Kıpçak (Kuman) ücretli askerlerinden oluşuyordu. Bu ordunun miktarı 200.000 ile 600.000 arasında gösterilir. Bu ordunun, yine mübalağalı olmakla beraber, mancınıkçı, çarkçı, lağımcı, kazancı, arabacı vb. teknisyenlerinin de 100.000 kişi tuttuğu, kumandan ve subay sayısının 30.000, silah ve malzeme taşıyan arabaların 4.000 olduğu, altın, gümüş ve hazinelerinin ise sayısız bulunduğu yazılmaktadır. Hafif süvari kuvvetlerinden birisini teşkil eden Uz (Oğuz)’ların 15.000 kişi olduğu da rivayet edilmektedir. Ordunun büyüklüğünden mağrur olan olan imparator, zaferden emin olarak, yalnız Anadolu’yu kurtaracağına değil, İslâm ülkelerini de alacağına inanıyordu. Irak, Suriye, Horasan ve Rey valiliklerini bile kumandanlarına önceden vadediyordu Camiler yerine kiliseler yapmayı da hayal ettiği rivayet edilir.(Turan, 1993, s. 177)   

            İmparator 13 Mart 1071 günü Ayasofya’da yapılan dini törenden sonra ordusuyla birlikte yola çıkmıştır. Sultan Alparslan, Şam’a giderken, Bizans ordusunun Anadolu’da ilerleyip Erzurum’a ulaştığını öğrendi ve Diyarbakır üzerinden Ahlat’a yöneldi. Ahlat’da her ihtimale karşılık devletin birliğini korumak, diğer yerlerde çıkması muhtemel karışıklıkları önlemek ve gerektiğinde harp sahasına taze kuvvetler göndermek üzere veziri Nizamül Mülk’ü karısı ve çocuklarıyla birlikte Hamedan’a gönderdi.

            Sultan, Ahlat’ta iken Bizans öncü kuvvetleri de Ahlat’a doğru ilerliyordu. Sanduk kumandasındaki Türk birliği bu öncü birlikleri tamamen yok etti. Önlerinde taşıdıkları büyük bir haç ele geçirildi ve bu haç halifeye gönderildi.

            “İran Kisrası ve Bizans Kayseri (ikisi de) helak olacak ve onların hazineleri Müslümanların eline geçecek” diyerek, İran’ı ve Bizans’ı ümmetine hedef gösteren Sevgili Peygamberimizin Halifesi hemen harekete geçerek, Mekke, Medine, Kudüs ve Bağdat başta olmak üzere bütün İslâm ülkelerinde okunmak üzere bir dua hazırlamış ve bütün İslâm dünyasını Sultan Alparslan ve Türk ordusu için duaya çağırmıştır. Halife hazırladığı dua metninde şöyle diyordu:

            “Ey Allah’ım! İslâm’a yardım et, sancağını yüce eyle! Onun düşmanlarını, müşrikleri kahreyle, Sana itaat için canlarını feda eden, Sana uymak için oluk oluk kanlarını akıtan, Senin yolunun bu ulu mücahitlerine güç, kuvvet ver! Onları zafere ulaştıracak yardımlardan mahrum etme!

            Allah’ım, Mü’minlerin emirinin yeryüzündeki en büyük temsilcisi olan Sultan Alp Arslan’ın senden istediği yardımı esirgeme! Zira O, bu sayede senin hükmünü yürütsün! Senin şanını cümle cihana yaysın! Senin dininin şerefini ve yüceliğini koruyabilmesi için onu, her zaman tesirli desteğinden mahrum etme! O’nu kâfirlerin karşısında yalnız bırakma! Ordusunu (bir va’ai ilahi olan) meleklerinle destekle! O, senin ulu hoşnutluğunu kazanmak için rahatını terk etti. Malı ve canı ile senin emirlerine uymak, cihad etmek aşkıyla senin yollarına düştü. Çünkü sen, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle diyorsun, “Ey iman edenler! Size, canınızı yakan bir azaptan kurtaracak kazançlı bir yolu göstereyim mi? Allah’a ve O’nun Peygamberine inanıyorsunuz, (o zaman) O’nun yolunda malınızla, canınızla cihad ediniz, savaşınız.”

            Ulu Tanrım! O, nasıl senin çağrına uyup, şeraitinin korunmasında gevşeklik göstermeden, emirlerine uymuş ve düşmanlarına bizzat karşı koyarak dinine hizmet için geceyi gündüze katmışsa, Sen de onlara zafer ihsan eyle! Dilediklerinde ona yardımcı ol! O’nu öyle bir koruyucu ile kuşat ki, düşmanlarının her türlü kinlerini def etsin, onların kötülüklerinden onu korusun. Yapmak istediği her işi ona kolay kıl! Tâki, onun düşmana karşı, bu kudsî cihadı zaferle aydınlansın. Müşriklerin, hak yolunu görmeyen o sapıkların ise gözleri kör olsun!” (Kitapçı, 1996, c, 2, s. 37).

            “Türk ordusu, “Süleyman-Şah, Mansur, Porsuk, Bozan ve Sav tekin gibi seçkin kumandanların idaresinde, meşakkatlere tahammüllü ve çoğu Bozkır Muharebe Usûlü’nce yetişmiş, ok atmakta mahir ve her birinin ayrıca birer yedek atı bulunan, serî manevra kabiliyetine sahip süvarilerden kurulu idi. Herhâlde buna Artuk Bey, Tutak ve diğer Türkmen beylerinin emrinde aynı derecede çetin ve akınlarda iyice pişmiş Türkmen birliklerini de ilâve etmek lazımdır. Disiplin altında hareket etmesini bilen Türk birlikleri arasında anlaşmazlık da yoktu. Müşterek gazâ fikri ve Anadolu’yu ele geçirme gayesi onları birleştiren unsurlardı. Anadolu’ya yöneltilmiş tahrip seferleri devamınca dâima teşebbüsü ellerinde tutmuş olan Türkler, son hesaplaşma saatlerinde de duruma tamamen hâkim bulunuyorlardı. Alparslan büyük muharebeyi Müslümanların mübarek günü Cuma’ya tasadüf ettirmiş ve ordusunun mâneviyatını takviye için, Abbâsi halifesi aracılığı ile İslâm dünyasını âdeta seferber hâle getirmişti…”(Kafesoğlu,1992, s. 267).

 

            Bizans ordusu sayıca çok kalabalık olmakla beraber, çoğu ücretli, din, milliyet ve ülkü bağı olmayan askerlerden kurulmuştu. Türk ordusu ise sayıca az olmakla beraber (50 bin civarında), Türk-İslâm Ülküsü yolunda tek vücut olmuş, mağlup oldukları zaman tüm Türk ve İslâm dünyasının yakılıp yıkılacağının bilincinde idiler. Türk ordusunun hedefi Anadolu’dan çıkmak değil; Anadolu’yu tamamen bir Türk yurdu hâline getirmekti.

            Alparslan son olarak İslâmi bir hükmü yerine getirmek üzere barış teklifinde bulundu. Sultan, Halifenin elçisi İbn-i Muhalleban ile Sav tekin’i Bizans imparatoruna gönderdi. Mağrur komutan barış teklifini reddetti, hattâ küstahça İsfehan mı daha güzel, Hamedan mı diye sordu. İbn-i Muhalleban İsfehan cevabını verince, imparator, “Biz İsfehan’da, hayvanlarımız Hamedan’da kışlar” dedi. Türk elçisi Sav tekin ise, “Hayvanlarınızın Hamedan’da kışlayacağı belli ama sizin nerede kışlayacağınızı bilemem” diye çok güzel ve mânalı bir cevap verdi.

            24 Ağustos günü barış teklifine ret cevabı gelince, iki ordu da savaş hazırlığına başladı. Sultan Alparslan’ın imamı Buharalı Muhammet b. Abdal Melik, “Ey Sultan! Sen, Allah’ın zafer vaadeylediği İslâmiyet uğruna cihat yapıyorsun, bütün Müslümanların minberde sana dua ettiği Cuma günü savaşa gir… Ben Allah’ın zaferi senin adına yazdığına inanıyorum…” dedi  (Doğan, 1978, s:106).       Çarşamba günü barış teklifine ret cevabı alınınca Sultan Türk ordusunu pusulara yerleştirdi. Bütün tedbirlerini aldı. Cuma sabahına kadar vurulan davul ve tekbir sesleri Bizanslıları korkutup şaşkına çevirdi.

            26 Ağustos 1071 Cuma sabahı her iki ordu karşı karşıya geldi ve savaş düzeni aldı. Sultan Alparslan’ın ikinci defa yaptığı barış teklifi de reddedildi. Artık savaş kaçınılmaz olmuştu. Cuma namazı kılındıktan sonra, Alp Arslan beyazlar giyindi; Allah’a dua ve niyazda bulundu, atının kuyruğunu bağladı, kılıç ve topuzunu aldı. Bütün askerleri de aynı şeyleri yaptılar. Sultan Alparslan atına bindi ve son vasiyete benzer bir konuşma yaptı:

            “Ey askerlerim! Eğer şehit olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Melik şah’ı yerime tahta çıkarınız ve O’na bağlı kalınız. Zafer kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır…”(Turan, 1993, s. 183).

            Davul, tekbir ve dua sesleri birbirine karışmıştı. Bu sesler sadece savaş meydanını değil bütün İslâm dünyasını kaplamıştı. Halife’nin isteği üzerine bütün camilerde okunan hutbelerde ve kılınan Cuma namazlarında Türk ordusu için dua edilmişti. İşte ellerin Yüce Allah’a açıldığı ve tekbir seslerinin cihanı kapladığı bir ortam içinde savaş başladı.

            Türk ordusu meşhur “Turan Taktiği”ne göre dört gruba ayrılmış, iki grup savaş alanının yanındaki tepelerin arkasında pusuya yatmıştı. Düşmanı arkadan çevirmekle görevlendirilmiş üçüncü grup da uygun yerlere mevzilenmiş, Sultan Alparslan da Romen Diyojen’in karşısında yer almıştı.

            Böylece maddi-manevi hazırlıktan sonra artık muharebe başlıyor; Türkler Allah ve tekbir sesleri, kös ve boru gürültüleri ve haykırmalar ile harekete geçiyor ve düşmanı hücuma kışkırtıyorlardı. Gerçekten de kuvvet azlığı dolayısı ile hücûmun düşman tarafından yapılması tahrik edilecek ve ilerlediği takdirde pusulara yerleştirilen mühim bir kuvvet arkadan saldırarak Bizans ordusu şaşkına çevrilecekti. Nitekim Diogenes bu tuzağa düşüp, papazların idare ettiği bir ayinden ve duadan sonra çan sesleri ile hücuma geçti. Meydan muharebesi başlamıştı. Türkler burada da tatbik ettikleri eski taktiklerine göre sahte bir hücumdan sonra çekilirken düşman ilerlemekte idi. Selçuklular kuvvet azlığını bu taktik ile gideriyor; saf halinde muharebeye yanaşmıyor ve bunda muvaffak oluyordu. Rumlar ilerleyince pusularda bulunan Türk kıtaları arkadan âni bir saldırışa geçerek düşmanı birden şaşkınlığa uğrattılar. Tam bu sırada idi ki kanatların uçlarında bulunan Uz (Oğuz) ve Peçenek süvarileri, evvelce bildirdikleri ve kararlaştırdıkları üzere, Müslüman ırkdaşlarının safına geçtiler. Bu hâdise Bizanslıları büsbütün şaşırttı ve cesaretlerini kırdı (Turan, 1993, s.183).

            Ermeni kaynakları açıkça zikretmese de Ermeni kuvvetlerinin de savaş meydanından kaçtığı bilinmektedir.

            Tarihin en büyük imha savaşlarından birisi yapıldı ve çember içine alınan Bizans ordusu akşama doğru tamamen imha edilip imparator da esir edildi. Türk ordusu Yüce Allah’ın yardımı sayesinde büyük bir zafer kazanmış, mağrur düşman zelil ve perişan olmuştu.

            Alparslan esir imparatora çok iyi davrandı. Romen Diyojen huzura getirildiği zaman Sultan onu kucaklamış ve “İmparator! İnsanların maceraları böyledir. Size esir değil büyük bir hükümdar muamelesi yapacağım!” sözleri ile onu teselli etmiştir.

            “Alparslan Diogenes ile uzun uzun konuştu. Kaynaklarımızda belirtildiğine göre, sultan imparatorun barış müzakerelerini reddini tenkit etmiş, Bizans ordusunun askeri hatalarını saymış ve nihayet ona, nasıl bir muamele beklediğini sormuştur: Diogenes’in, ya öldürüleceği yahut zincire vurularak İslâm ülkelerinde dolaştırılacağı veya pek zayıf ihtimalle, affedilip bir nâip sıfatı ile, memleketine göndereceği cevabı üzerine, sultan onunla dostluk kuracağını bildirmiş, onu teselli etmiş ve tahtta kendi yanına oturtmuştur. Böylece Türk sultanı merhamet, itidâl ve insanlık duygularının bir örneğini daha vermiş oluyordu. Alp Arslan, kendisi ile bir ittifak anlaşması yaptığı Diogenes’i bir hafta kadar hususi bir çadırda bir hükümdar gibi misafir ettikten sonra, maiyetindekiler ve diğer esir asilzadeler ile birlikte, bir Türk süvari kıt’a sının muhafazasında, memleketine iade etti.” (3 Eylül 1071) (Kafesoğlu, 1992, s.268)

            Malazgirt Zaferinin Doğurduğu Sonuçlar

            Malazgirt zaferi, Türk ve İslâm dünyası için doğurduğu sonuçlar açısından çok önemlidir. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında Malazgirt zaferi dönüm noktası olmuştur. Artık Anadolu’nun kapıları tamamen Türklere açılmıştır.

            Nuh Tufanında Hz. Nuh’un gemisinin Cudi dağının eteklerinde karaya oturmasından sonra Hz.Nuh’un oğullarından Yafes aleyhisselamdan türeyen ve onun TÜRK adındaki oğlundan adını alan ve ilahi bir emirle Müslüman kimlikleri ile Anadolu’dan Orta Asya’ya göç eden Türkler tekrar Müslüman kimlikleri ile anayurtlarına, Anadolu’ya dönmüşlerdir.

            “Sultanla yaptığı anlaşmadan sonra Bizans’a dönmek üzere yola çıkan Diogenes yolda iken tahttan indirilmiş ve yerine Mihael Dukas geçmiştir. Diogenes Mihael’in orduları tarafından Sivas ve Adana’da mağlup edildi. Yakalanıp gözleri oyuldu ve kapatıldığı manastırda ızdırap içinde öldü. Böylece anlaşmayı tatbik güçleşti.”(Kafesoğlu, 1992, s.269)

            Durumu haber alan Alparslan hiddetlenmiş ve Rumlarla yapılan barışın sona erdiğini belirtip, “Bundan böyle Arslan yavruları olunuz, yeryüzünde gece-gündüz kartal gibi uçunuz ve Rumlara merhamet etmeyiniz” (Turan, 1993, s. 189) deyip Anadolu’nun tamâmen fethini ilân ediyordu.

            Alparslan’a verilen “Cihan Sultanı”, “Sultan’ül âdil”, “Ebu’l feth”(Fetihler babası) lakapları Hıristiyan kaynaklara kadar yayılmıştı. Tıpkı Gök Türk hakanları gibi O’da milletin babası (Velâyet-i Pederâne) sıfatı ile halka hizmet eder, açları doyurur, çıplakları giydirirdi. Alparslan çok merhametli ve şefkatli idi. Divanında fakirlerin adları ve maaşları yazılı idi. Her Ramazanda yoksullara 15.000 dinar dağıtırdı. Yoksulların ve misafirlerin yemesi için sarayında günde 50 koyun kesilirdi.

            Alparslan 1072 yılında Mâverâünnehir seferinde ele geçirilen bir kalenin Yusuf adlı komutanının suikastı sonucu yaralanmış ve dört gün sonra vefat etmiştir.

Biz Türkler Hâlis Müslümanlarız, Bid’ad Nedir Bilmeyiz

            “Kudreti, süratli fetihleri ve derin imanı dolayısıyla Alp Arslan ile Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim arasında çok benzerlikler bulunmakta ve İbn Kemal’in Yavuz hakkında söylediği “az zaman içre çok iş etmişti” mısraıyla başlayan kıtası Selçuk sultanını da çok güzel ifade etmektedir” (Turan, 1993, s,169). Dokuz yıllık saltanatı içerisinde çok büyük işler başarmış ve çok büyük zaferlere imza atmıştır. Amcası Tuğrul Bey’den devraldığı devletin sınırlarını genişletmiş ve bir imparatorluk haline sokmuştur.

            “Alparslan’ın büyük tarihi şahsiyeti, dindarlığı ve gazaları ona keramet ve kutsiyet atfeden bir takım rivayetlerin meydana çıkmasına sebep oldu. Bunlardan birine göre, Horasan çölünü geçerken askerlerin susuz kalması Sultanı muzdarip etmiş ve otağına çekilmiş; (eski Türk âdeti gereğince) “başını açıp” Allah’a sığınmış; az sonra yağan bol yağmur sâyesinde asker ve hayvanlar tehlikeden kurtulmuştur. Kafkas seferinde Melik-Şah’ın Meryem-nişin muhasarasında âciz kalması ve gece bir zelzele ile surların yıkılıp fethin mümkün olması da onun kerâmetine atfedilmiştir. Malazgirt muharebesinden önce çelimsiz Şâdi’nin ordudan çıkarılması üzerine Sultanın müdahalesiyle “Kayserin bu köle vasıtasıyla esir edilmesi mümkündür” sözüyle tekrar asker arasına alınması ve Roma İmparatoru’nun onun tarafından yakalanması da bir kaynak tarafından onun kerameti olarak gösterilmiştir” (Turan, 1993, s.193).

            Sultan Alparslan, babası Çağrı Bey’in askeri, amcası Tuğrul Bey’in siyasi dehasını üzerinde toplamış bir insan ve devlet adamı olarak tarihe mal olmuş bir büyük şahsiyettir.

            Cenâb-ı Hakk, iman edip salih amel işleyenlere, imanları ve salih amellerinin karşılığı olarak yeryüzüne mutlaka egemen kılacağını vaad etmekte ve Nur suresi 55. ayette şöyle buyurmaktadır:

            “Allah, içinizden iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi, onlarıda yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaade bulunmuştur.” Allah va’dini yerine getirmiş ve Anadolu’yu ve arkasındanda Cihan devleti Osmanlıyı Türklere ihsan etmiştir. Alparslan’ın aşağıdaki sözleri sanki bu ayetin bir tefsiri niteliğindedir.

            “Biz Türkler hâlis Müslümanlarız, bid’ad nedir bilmeyiz. Bu nedenle Allah hâlis Türkleri aziz kıldı.” Bu sözleri aynı zamanda O’nun temiz ve duru imanını gösterir.

            Alparslan, aynı zamanda ilim adamlarına ve ilmi çalışmalara da büyük bir önem vermiştir. İlk Selçuk medresesi Tuğrul Bey zamanında Nişâpur’da yapılmıştı. Alparslan’ın Bağdat’da yaptırdığı ünlü Nizâmiye medresesi her sınıf insanın katılımıyla ve büyük bir törenle açılmıştır. Bu medreselerde Ebû İshak Şirazi, İmamı Gazali ve Ebu Bekir Şâşi gibi büyük âlimlerin ders verdiği düşünülürse medreselerin kalitesi hakkında bir fikir edinmiş oluruz. Onun zamanında imar faaliyetlerine de büyük bir hız verilmiş ve İmam-ı Âzam’ın mezarı üzerine bir türbe yapılmıştır. Alparslan’nın bütün Türk Beyleri gibi şairleri de himaye ettiği bilinmektedir.

            “Melikşah tahta çıkınca, iç çekişmeler başladı. Bir gün namaz kıldıktan sonra vezire dönüp, ne dua ettiniz diye sorduğunda vezir, “Galip gelmenizi”, demişti. Melikşah cevap olarak, “Ben de, Müslümanlara hükümdar olmaya kardeşim benden daha layık ise, zaferin ona nasip olmasını Allah’tan istedim,” demişti. Bunu anlatan Gibbon:”İç savaşlar sırasında Türk hükümdarının bu sözleri kadar saf ve âlicenap söze rastlanmaz,” görüşünü ekliyor.” (Erer,1993, s,17)

            Alparslan Malazgirt zaferi ile Anadolu’nun kapılarını açmış, Anadolu’nun sonsuza den Türk vatanı olmasını sağlamıştır. Bu sebepledir ki gerek tarihi dönemlerde gerekse de günümüzde ne Alparslan ne de Malazgirt zaferi unutulmuştur.

            Senâi’nin bir kasidesinde geçen;

            “Göklere yükselen Alparslan’ın başını gördüm.

            Merv’e gel ve O’nun toprak olmuş tenine bak” mısraları, Yahya Kemal’de;

            “İklim-i Rumu tutdu cihangir savleti

            Tarih o işde gördü sir savleti

            Titretti arş-u ferşi Malazgirt önündeki”.

            Mısralarıyla günümüze kadar yaşamaya devam etmiştir. Bu yaşayış sadece Alparslan’ın değil, Alparslan’ın ideali, fikir dünyası ve Türk’ün Kızılelması’dır (Çetin, 2014, s, 64).

            Millî şairlerimizden Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Malazgirt’te kazandığımız zaferi aşağıdaki “Malazgirt Marşı” ile ölümsüzleştirmiştir.

            Aylardan Ağustos günlerden Cuma

            Gün doğmadan evvel iklim-i Rum’a

            Bozkurtlar ordusu geçti hücuma

            Yeni bir şevk ile gürledi gökler

            Yâ Allah… Bismillah… Allahüekber!

            Önde yalın kılınç Türkmen Başbuğu

            Ardında Oğuz’un elli bin tuğu

            Andırır Altay’dan kopan bir çığı

 

            Budur Peygamberin övdüğü Türkler

            Yâ Allah bismillah Allahüekber

            Türk, Ulu Tanrı’nın soylu gözdesi

            Malazgirt, Bizans’ın Türk’e secdesi

            Bu ses insanlığa Hakk’ın müjdesi

            Bu seste birleşir bütün yürekler

            Yâ Allah bismillah Allahüekber

            Naramızdır bu gün gök gürültüsü

            Kanımızdır bu gün yerin örtüsü

            Gazi atlarının nal pırıltısı

            Kılıçlarımızdır, çakan şimşekler

            Yâ Allah bismillah Allahüekber

            Yiğitler kan döker bayrak solmaya

            Anadolu başlar vatan olmaya

            Kızılelma’ya hey… Kızılelma’ya

            En güzel marşını vurmada mehter

            Yâ Allah bismillah Allahüekber.

KAYNAKLAR:

AugusteBaılly, (tarihsiz). Bizans Tarihi, c.2,Tercüman 1001 Temel Eser. No:47.

Çetin, İ, (2014), “Kızılelma”, Düşünce Dünyasında Türkiz Siyaset ve Kültür Dergisi, Sayı: 25, Yıl: 5, Ankara, Ocak-Şubat 2014.

Doğan, M. (1978), Kur’an’ın Gölgesinde ve Tarih Önünde Türk, İstanbul

Erer, R.  (1993) Türklere Karşı Haçlı Seferleri, Ankara: Bilgi Yayınları/Bilgi Dizisi:90

Kafesoğlu, İ. (1992). Türk Dünyası El Kitabı. Cilt, 1. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay

Kitapçı,  Z. Hz. (1996).  Peygamberin Hadislerinde Türkler, Konya (iki cilt bir arada)

Turan, O. (1993), Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul: Boğaziçi Yayınları.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Muharrem Günay SIDDIKOĞLU Arşivi
SON YAZILAR