Suriyeli Mülteciler Sorunu Üzerinden AB’nin, Denize Dönün ve Ölün Strate
Avrupa, gerçekten bir birliği olan, ahlaklı, kendi kararlarını alabilen bir kıta mıdır?; yoksa, yarısı Ege denizinin sularında hayatlarını yitirmiş göçmenlerin ve diğer yarısına da "Denize dönün ve ölün" anlayışında olan bir kıta mıdır ?
Türkiye ile AB arasında yapılan zirve toplantısı ile ilgili olarak kaleme aldığım analizimi, yukarıda ki soru cümlelerini paylaşarak başlamak istedim. Zira buna göre; Şimdiye dek özellikle “Suriyeli mülteciler sorunu” konusu üzerinden gerçekleştirilen görüşmelerde, AB ülkeleri arasında Türkiye ile varılacak mutabakat konusunda henüz ortak bir tutum ve gerçekçi bir yöntem izlendiği konusunda tespitlere varılamamıştır. Kaldı ki 17 Mart 2016’da yapılacak, AB zirvesinde sonuç alınmaya çalışılacağı söylenmesine karşın. Ve özellikle daha önceki yazmış olduğum “Suriyeli Mülteciler Sorunu ve Batı’nın Türkiye’ye Yaklaşımı” adlı makalemde belirttiğim: AB ülkeleri arasında görüş ayrılıklarının olduğu, özellikle Macaristan gibi diğer AB ülkelerinin konu üzerinde uzlaşmaya yanaşmadıklarını ve Almanya dolayısıyla Angela Merkel’e olan tepkiden bahsetmiştim, bu durum hala geçerliliğini korumaktadır.
17 Mart 2016’da yapılması tasarlanan AB zirvesinde bir uzlaşmaya varılsa dahi, bu varılacak mutabakat/uzlaşma Türkiye üzerinden AB’ye olan göçmen sorununun kesin bir çözümü gibi değerlendirmek yanlış olacaktır. Zira kesin bir çözüm ancak, Suriyeli göçmenlerin vatanlarına/ülkelerine geri dönmelerini sağlayacak olan gerekli koşulların yaratılması ve gerçekleştirilmesi ile ancak mümkün olabilir. Bu durumun gerçekleşmesi için de, Suriye’de yaşanan soruna “siyasi ve akılcı bir çözüm” bulmak ve uygulamaya sokmakla başlayacaktır ki bu da şimdiye kadar Suriye konusunda Türkiye’nin izlediği politikaların yeniden ve sıfırdan gözden geçirilmesi ve akılcı ortak çözüm adımlarının atılmasıyla mümkün olabilecektir. (Bu konuda hep sorguladığım bir nokta vardır o da; AKP hükümetleri/iktidarları döneminde dış politika başdanışmanlığından sonra 1 Mayıs 2009’dan itibaren dışişleri bakanlığına getirilen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adını verdiği tamamen hayalperestlik ve ideolojik hezeyan dolu malul doktrinini uygulama isteğinin ve bu isteğinin arkasındaki neo-liberal, neo-Osmanlıcı, ümmetçi-[siyasal] İslamcı, romantik, ütopist, popülist, oportünist, şişik egolu ve bir o kadar da bencil yaklaşımının “Kötü Esad'ın, Sudan devlet Başkanı Ömer El Beşir kadar kıymeti harbiyesi mi yokmuş? (Türk Dış Politikası açısından Suriye rejimi ile olan kapıların kapatılması) Yoksa, Beşar Esad ile görüşülmemesinin ve ısrar ile Esad'sız bir Suriye talebinin ardında yatan neden/nedenler mi daha çok iktidarı ilgilendiren taraf olduğudur”)
Elbette temel çözüm siyasi olmalıdır ancak şimdiye dek, Suriye’de izlenen politikalar, “eğit-donat projeleri”, “Özgür Suriye Ordusu” ÖSO’yu destekleyerek, Suriye Rejimini/Hükümetini, Esad’ı devirmek isteyişi ya da girişimleri, küresel ve bölgesel güçlerin Suriye üzerinden Ortadoğu’da tasarlamak istediği amaçlara ulaşılmasını sağlayamamıştır, ya da Türk dış politikasına yeni yön vermek isteyenlerin, Suriye üzerinden Ortadoğu’da; esasen enerji kaynakları ve paylaşımı konusunda geç kalıp oyun dışına atılmamak adına mı bu inat gerçekleştirilmiştir? Bunu şimdilik net olarak bilemiyoruz ancak, kısa zamanda Suriye’de “adil ve demokratik bir siyasi çözüm” gerçekleştirme noktasında uzlaşıya varılabilirse ki bu salt bir temenni değildir, göçmen sorunu da en azından günümüzdeki koşullardan çok daha olumlu bir konum alacaktır diye düşünmekteyim.
Diğer bir konu olan “Terör örgütlerinin yarattığı istikrarsızlık ve güvensizlik ortamı” da Suriyeli mültecilerin Türkiye üzerinden AB’ne göçü tetikleyen unsurlar arasında olduğudur. O nedenle bölgedeki bütün terör örgütleriyle ayrım yapmadan ortak mücadelede bulunmamız gerekir ve bu durumu diplomatik olarak vurgulamamız gerekmektedir.
Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri konusuna gelince; bir yandan AB’nin, bir yandan Fransa’nın, diğer yandan da Güney Kıbrıs’ın koymuş olduğu bir takım “kıriterler/yaptırımlar/engeller” nedeniyle sürecin işlemesi ve hayata geçmesi de bir süreden beri fiilen askıya alınmış durumdaydı.
- Gerek mali alanda gerekse de göçmenler konusunda AB’nin Türkiye’ye bulunduğu vaatler yerine getirilmediği gibi, Türkiye’nin AB’ne üyelik sürecinde de bu durum hiç değişmemiştir. Dolayısı ile özellikle “Suriyeli mülteciler” konusunda AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacı Alman Şarkiyat enstitüsü eski Başkanı ve Ortadoğu uzmanı Prof. Udo Steinbach’ın deyimiyle: “Türkiye, Avrupa’nın kabul edemeyeceği, başka bir dönemde de asla etmeyeceği bir pozisyondadır. Asla kabul etmeyeceği şeyler yapıyor. AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacının tek ve geçerli nedeni var oda mülteci krizi. Başka hiçbir nedeni yok. Denize düşen yılana sarılır diyorsunuz ya işte tam da öyle…Ama bu uzun vadeli bir strateji olmayacaktır.”
Her ne kadar Türkiye-AB arasındaki “üyelik süreci” hız kazansa bile bu sürece yönelik vaatler gerçekleşse dahi (ki yukarıda dip notu asla unutmayalım) bu şimdiye kadar yaşanan gecikmeyi asla telefi edemez. Zira, Türkiye, 1987 yılında üyelik başvurusunda bulunmuş ve üyelik müzakereleri 2005 yılında başlamıştır. Diğer adayların üyelikleri çok daha kısa sürede sonuçlanmış olmasına karşın, onların vatandaşlarına üyelik müzakerelerine başlanmasından çok kısa bir süre sonra vizesiz seyahat hakkı tanınmışken, Türk vatandaşlarına bu hak, müzakereler başladıktan 11 yıl sonra bile hala gerçekleşebilmiş değildir. ( Bu konuda Fransa Cumhurbaşkanı Hollande; yüzlerce kriterden bahsetmektedir.)
Daha evvel mülteci krizi üzerinden yapılan görüşmelerde, bu hakkın Türkiye üzerinden Avrupa’ya yasadışı yollardan giden göçmenlerin geri alınması (geri dönüşüm anlaşması) koşuluyla bu yılın Ekim ayında başlaması üzerinde görüş birliğine varılmıştı. Şimdi önerilen ise, bu konudaki karşılıklı taahhütlerin uygulanmasının Haziran ayına çekilmesinden ibarettir. Bu durumu Türk Dış İşleri Bakanlığı’nın ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, AB’den alınmış bir taviz olarak zafer niteliğinde Türk kamuoyuna sunuyor olması ise ayrıca düşündürücüdür.
Türkiye üzerinden AB’ne ölümüne susamışçasına giden mülteciler konusunda, özellikle Ege denizi büyük bir insanlık dramı yaşamakta ve bu dram oyununu senaryosunu yazanların ise kendi iç siyasetine yönelik akıl almaz söylemleri devam etmektedir. Salt bugün yani 07 Mart 2016’da Ege Denizi’nde Yunanistan’a geçmeye çalışırken hayallerini Ege Denizinin soğuk sularına gömen insan sayısı 25’i bulmuştur. Bu meseleyi salt dillendirilen rakamların bir an evvel ödenmesi ile sınırlı kılmak ne insanlığa bir fayda getirecektir ne de mevcut sorunu kökünden çözecektir. Kaldı ki dillendirilen rakamların Türkiye’ye ödenmesi konusunda dahi genel bir mutabakat ve kanı olmadığıdır. Avrupa ülkelerinin dillendirmiş olduğu 3 Milyar Avro gibi bir rakam bu insanlık dramına çözüm getirmeyeceği gibi bu rakam bu insanlığı satın alamayacak ve bu dramı kapatamayacak derecede komiktir.
Şimdiye dek, Türkiye’nin almış olduğu sığınmacı sayısı 2,7 milyon Suriyeliyi geçmiştir. Avrupa’da henüz bırakın bu kadar sayıda Suriyeli mültecileri kabul etmesini bu sayıların yarısına yakın olanının dahi AB içinde krizlere ve fikir ayrılıklarına sebep olduğu su götürmez bir gerçek hali almıştır. Avrupa şimdiye kadar yaptığından çok daha fazlasını yapabilecek durumda iken bu soruna adeta ‘’Denize dönün ve ölün’’ konumuna getirmiştir.
Avrupa’nın göç dolayısıyla bazı sosyal sorunlarla karşılaştığını biliyoruz. Ancak, bizim karşılaştığımız sorunlar AB’ninkinden kat kat daha fazladır. Özellikle Kilis gibi Suriye sınırındaki bazı şehirlerimizde Suriyeli sığınmacıların sayısı yerel nüfusu aşmış konumdadır. Bunun da getirdiği değişik etmenler ve tehditler boy göstermektedir.
Avrupa’ya yasal geçiş yollarının tıkanması ve sınırların kapatılması, Suriyeli göçmenleri ve diğer göçmenlerin hayatlarını tehlikeye sokmaktadır. Öncelikle, bu insanların hayatını kurtaracak pratik çözüm yolları bulmalıyız. NATO Deniz Gücü bazı hayatların kurtarılmasına yardımcı olabilir, ama meseleye köklü bir çözüm getiremez. Üstelik yeni göç dalgaları da bekleniyorken.
Dile getirilen Türkiye’deki insan hakları ve basın özgürlüğü ihlalleri konusuna gelince, Türkiye’de insan hakları alanındaki durumun 7-8 yıl önce tatmin edici olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Ancak bir de o tarihlerde, insan hakları ihlallerinin simgesi haline gelen Ergenekon davasında pek çok gazeteci ve aydın yargılanırken, maalesef AB, daha çok yargılananların değil, yargılayanların/yargılatanların yanında yer almıştı. Ayrıca, Ege Denizinden Yunan adalarına geçmeye çalışan binlerce göçmenin boğularak hayatlarını kaybetmelerine yol açan trajedileri ve insanlık dramını da insan hakları açısından değerlendirmek gerekmekte değil midir?
Dolayısı ile Avrupa ve AB’ye üye ülkelerin yasal yoldan göç hareketine kapılarını kapayarak göçmenleri, hayatlarını tehlikeye atmaya zorlamaları ve adeta “Denize dönün ve ölün” dayatması ise bu trajedilerin sebeplerinden biridir. En önemli insan hakkı yaşama hakkı olduğuna göre; bu göçmenlerin ölümüne yol açan gelişmeler ve dayatmalar bu açıdan bakıldığında, çok önemli insan haklarının ihlalinin sonucudur. Dolayısıyla şu soruyu bir kez daha sorarak yanıtı elde edebiliriz. Avrupa, gerçekten bir birliği olan, ahlaklı, kendi kararlarını alabilen bir kıta mıdır?; yoksa, yarısı Ege denizinin sularında hayatlarını yitirmiş göçmenlerin ve diğer yarısına da “Denize dönün ve ölün” anlayışında olan bir kıta mıdır?
Ömer KALAYCI
9 Mart 2016 / İstanbul
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.