Ülkücü Muhterem Topal’ın hayatından bir kesit…
Etimesgut’un yiğit evladı Muhterem Topal’ın hayatından bir kesit…
Yıl 1979. Bitlis.
Asteğmen olarak vatan görevindeyim.
Yeni askerler gelmişti.
Biri seslendi: “Ali Abi.”
Etimesgut’tan bir genç, adı Muhterem….
Ayaküstü konuştuk. “Yarın ziyaretine gelirim” dedim, ayrıldık. Kışla doktoru Asteğmen arkadaşım: “Tanıdık mı?” diye sordu. Akrabam olduğunu söyledim.
Muhterem, herhalde benden 8 yaş küçüktü; bir sonraki kuşağın Ülkücülerindendi. Ocak başkanlığını devrettiğim 1974 yılında, Muhterem henüz 14 yaşındaydı.
O günler tüm dünyada, politik şiddetin en yaygın olduğu zamanlardı. 1970 ile 1975 yılları arasında, sadece ABD’de 150 civarında uçak kaçırma vakası yaşanmıştı. Batı Avrupa, 1979 senesinde tam 1019 adet terör eylemine sahne olmuştu. Sol-Sağ çatışması, bölücü hareketler, bombalamalar sadece ülkemizi değil tüm ülkeleri kana buluyordu. Muhterem, işte bu içten içe yanmakta olan sinsi savaşın, suçsuz yere hırpaladığı insanlardandı.
Ertesi gün Muhterem’i ziyaret ettim. Bana başından geçenleri anlattı: Muhterem ve iki arkadaşı, 1978 Yılının 1 Mayıs günü, mitingden dönen aşırı Sol görüşlü bir grup ile karşılaşmışlar. Grupla aralarında çatışma çıkmış. Üç ülkücü o kargaşada olay yerinden kaçmayı başarmışlar. Sol gruptan bir kişi yaralanmış. Gözaltına alınan iki arkadaşının tutukluluk hali kısa sürmüş. “Nasıl olmuş da bırakılmışlar?” diye sordum. “Olayla ilgimiz yok, Muhterem yaptı diye ifade vermişler…” dedi.
Dostlarının verdiği ifadeyle, Muhterem’in başı büyük derde girmişti. Uzun süre kaçak yaşamış. Kaçak yaşamanın ne demek olduğunu biliyordum, çok zor bir hayattır. “Nasıl gelebildin askere?” diye sordum. “Belki arandığım Askerlik Şubesine bildirilmemiştir düşüncesi ile Çoruma gittim, işte şimdi buradayım” dedi.
Kısa cevaplar veriyordu. Hayatın zorlukları ile çok genç yaşta karşılaşmış, her şeyi oluruna bırakmış; “her şeyde bir hayır var” diyen, kadere teslim olmuş bir hali vardı.
Terhisime iki ay kalmıştı. Her hafta sonu onu ziyaret ettim, elimden geldiğince dert ortağı olmaya gayret ettim. Terhis olacağım zaman Muhterem’i kışla doktoru olan dava arkadaşıma emanet ettim. “Gidince iş yerimi telefon numaramı bildiririm” dedim, öyle de yaptım. Bir süre sonra doktor arkadaşım, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın arananlar listesinde Muhterem’in de olduğunu, gencin savcılığa teslim edildiğini bildirdi.
Bir Avukat bulduk, cezaevinde görüştü Muhterem’le. Avukat Enver Bey, bana anlattığı kadarı ile: Muhterem’e, İlk mahkemeye avukatsız çıkmasını önermiş. Üzerine atılmış suçu inkar etmesinin O’na hiçbir faydası olmayacağını, kendi arkadaşlarının da suçu ona yükleyerek kurtulduklarını izah etmiş. Ne şekilde ifade vermesi gerektiğini anlatmış.
Her şey yolunda giderse onbir yıl ceza alabileceğini, bu sonucu kabul ederse avukatlığını üstleneceğini söylemiş. Muhterem kabul etmiş.
Avukat Enver Bey hizmeti karşılığında hiçbir ücret talep etmedi. Muhterem, 1979 senesinin Kasım ayında 10 yıl 10 ay hapis cezası aldı. Mamak Askeri Cezaevi, Ulucanlar, Bolu ve Çanakkale Cezaevlerini mesken tutan Muhterem, cezasını çektikten sonra yarıda kalmış askerlik hizmetini de tamamladı.
Muhterem için cezaevi kendi tabiri ile “Medrese-i Yusufiye” olmuştu. İstikbali, eğitim hayatı zindana düşmüştü. Genç bir insan, bu acımasız hayata nasıl katlanır? Katlanıyor işte. Vatan, Millet, Bayrak adına buradayım diye düşünüp güç buluyor olmalı.
Muhterem, Medrese-i Yusufiye’de yalnız kalmayacaktı. Amerika’nın “Bizim Çocuklar” dediği paşalar 12 Eylül’de darbe yapacak, sağdan ve soldan 650 bin kişi gözaltına alınacak, 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevlerinde ölecek, 43 kişi intihar edecek, 171 kişi sorgularda ve cezaevi işkencelerinde can verecek, 517 kişiye idam cezası verilecek, bunlardan 49’u infaz edilecekti.
1983’de yapılan seçimi kazanan Anavatan’lı Turgut ÖZAL, mevcut iktidara ortak kabul edildi. Ülkenin toplumcu düşünce taşıyan gençliği ve aydınları zindanda, yeni dünya düzeni ise iktidardaydı. Kapitalist sistem ağlarını örmüş; bireycilik, fırsatçılık, iş bitiricilik dönemi başlamıştı.
***
Muhterem, Medrese-i Yusufiye’den mezun olduğunda soğuk savaş sona ermişti. Sovyetler Birliği dağılma sürecine girmişti. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de özelleştirme politikası uygulanıyordu. Dün çatışanlar bugün birlikteydi. Milliyetçiler, Solcular, liberaller birlikte hükumet kurmuştu. Eski ideolojiler tu kakaydı. Yeni eğitim sistemi, körpe zihinlere siyasi görüşlerin yerleşmesini önlemek üzere tasarlanmıştı. Artık insanların yalnızca bir tek şeyi düşünmesine izin veriliyordu: O da para ve güç kazanmaktı.
Peki ya Muhteremler… Onlar hala “tam bağımsız Türkiye” derdindeydiler. Onlar hala “Türkiye’nin yer altı ve yer üstü zenginlikleri yabancı Devletlere peşkeş çekilemez,”diyorlardı. Muhteremler, “Hak, Hukuk, Adalet Milliyetçi Hareket” diye haykıran son Ülkücülerdi.
O günden beri siyaset, halktan uzaklaştı, halkın dertlerini unuttu. Poz vermek, rol kesmek politikacıların en büyük hüneri oldu. Sahte gözyaşlarıyla kürsülerde nutuk atanlar, hapishanelerde olmadık işkencelere maruz bırakılan hatta suçsuz yere ipe gönderilen Ülkücüleri görmezden geldiler. Ülkede ve yerel yönetimlerde iktidar olan Milliyetçiler, Muhterem’lere iş vermediler.
Muhteremler ise hiç kimsenin karşısında el pençe divan durmadı. Eğilmeyen, bükülmeyen, mert, sözünün eri, yiğit, binlerce ülkücü gibi değerli yalnızlıkları ile yaşayıp gittiler.
Muhterem Topal, şimdi 57 yaşında. Muhteremi son gördüğümde hastaydı. Melun bir hastalık, o dağ gibi yiğit Türkmen Beyinin yakasına yapışmıştı. Muhterem konuşamıyordu. Fakat hala başı göğe değecek kadar dik, kalbi hala gururluydu. O şimdi bile, gençliğinde olduğu gibi, bir Medrese-i Yusufiye’liydi…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.