Çocuk ve Kahverengi Ayakkabı
80’ler de bir gün…
Lokomotif eski modeldi. Emekliye ayrılması icap eden yaşı çoktan geçmişti. Arıza çıkarmadığında bile oflaya puflaya, ıkına ıkına yürüyordu. Makinesi eskiyse de frenleri yenidir diye lokomotifi daha hurdaya çıkarmamışlardı. Frenleri sahiden yeniydi. Yürümeyi pek başaramasalar da durmayı çok iyi beceriyorlardı.
Askerler trenden yük indiriyorlardı. Bunlar üstüne birer üniforma geçirilmiş, Anadolu’dan çıkıp gelmiş erlerdi. Amerika’da bir asker, ağır taşırken incinirse üstlerini dava ederdi. Burada ise sıska Anadolu çocukları belkemiklerini büken sandıkları gıkları çıkmadan yükleniyordu. Gıkları çıksa, kemikleri çatırdasa Allah’tan başka kim işitecekti?
Askerlerden biri, Aykut diye bir er, vagonun içinden seslendi:
- “Ulan Orhan, git gazoz mazoz birşeyler al. Dilimiz damağımız kurudu burada.”
Orhan adlı asker başını kaldırdı:
- “Sırası mı? Bu işi bırakıp nereye gideyim ben şimdi?”
- “Na şurada var ya.”
Orhan baktı. Büluğ çağına daha ermemiş bir çocuk, usulca gelip yakınlarına tezgah kurmuştu. Orhan, alnını elinin tersiyle silerek tezgaha yürüdü.
- “Gazoz ne kadar, küçük?”
- “İki yüz lira.”
- “Çok değil mi be?”
- “Abi fiyatı ben koymuyorum. Bakkal Hakkı amca iki yüzden aşağı satma dedi, işlerine gelmezse yaparım stokumu gelecek ay daha tuzlu fiyata alırlar, burada çağ atlıyoruz” dedi.
Orhan çocuğu tepeden tırnağa süzdü: Ufak tefek bir oğlandı, tek gözü bandajla kapatılmıştı. Kocaman kahverengi ayakkabılar giymişti. Büyüyünce de giysin diye bir boy büyük ayakkabı mı alıyorlardı bu çocuğa?
- “Askerle siyasi mevzular konuşulmaz, küçük.”
- “Ben de öyle söyledim, bakkal Hakkı Amca da bir cevap verdi, ama ben o cevabı sana söylemeyeyim abi. Gazoz iki yüz lira. Bana bir şey deme, ben komisyoncuyum.”
Komisyoncuymuş! Orhan kaç kişi için gazoz alacağını kafasından saydı. Cebini karıştırarak paralarını çıkardı. Bozuklukları yetişmeyecekti. En iyisi on binliği bozdurmaktı. Orhan yeşil-mavi banknotu çocuğa uzattı. Sabah gıcır gıcırdı, darphaneden yeni çıkmıştı bu para; ama şimdi kırışmış, terden biraz nemlenmişti.
Çocuk parayı almadı:
- “Ben bunu bozamam abi.”
- “Mecbur bozacaksın.” dedi Orhan.
- “Ben müşteriyim, sen ticaret adamısın; bu da para. Senin vazifen bu parayı almak.”
- “Abi, o zaman sen gazozları al. Ben parayı bozdurup geleyim. Tezgahım sende rehin kalsın. Güvence olarak, yani.”
Çocuk boyundan büyük kelimeler kullanıyordu.
- “Tezgahıma kimseyi dokundurmayın sakın.”
Cevap beklemeden, koşa koşa uzaklaştı.
Orhan, tezgahın yanına asılı açacakla gazoz şişelerini açtı. Arkadaşlarına gazozları dağıttı. İşinin başına döndü ve çocuğu unuttu.
Yarım saat sonra, mola verdiklerinde tezgahçı hala dönmemişti.
- “Seninki paraları aldı kaçtı.” diye güldü askerlerden birisi.
- “Asgari ücret on altı bin lira.” diye söze karıştı bir diğeri.
- “Çocuk senden aldığıyla ay sonunu getirir artık.”
Aykut adlı asker başını salladı:
- “Ben o çocuğu tanıyorum. Yapmaz öyle bir şey. Şu boş şişeleri de tezgahın arkasındaki duvarın dibine koyun, gelince alsın garip.”
Bir beş dakika daha geçti. Orhan, sandıkları almak için yanaşan kamyonu seyrediyordu.
- “Abi…” diye bir ses duydu. Döndü, gözü bandajlı çocuğu karşısında buldu.
- “Bu ne hal?” diye sordu Orhan. Çocuğun pantolonu, dizlerinden yukarıya kadar çamur içindeydi; ayakları da çıplaktı. Üstünden sular damlıyordu.
- “Senin parayı bozdurmaya giderken suya düştüm. Derenin derin yeriydi, çamurluydu da. Saplandım kaldım. Az kalsın boğuluyordum.”
Avucundaki paraları Orhan’a uzattı. Orhan, otomatik bir hareketle paraları aldı:
- “Ayakkabılarını ne yaptın?”
- “Derede kaldılar.” dedi çocuk. Sesi biraz boğuklaşmıştı. Bandajsız gözü kızarmıştı. Ağlamış bu, diye düşündü Orhan.
- “Evdekiler ayakkabını kaybettin diye kızacaklar sana.”
- “Çok kızmazlar.” dedi çocuk.
- “Ayakkabıları kendi paramla almıştım. Daha yeniydiler, abi, ondan üzüldüm biraz. Aslında ikinci eldiler ama ben yeni almıştım. Giymek nasip olmadı.”
- “O yaralı gözle koşturursan böyle olur.” dedi Orhan. Çocuğa değil çocuğu para bozmaya gönderdiği için kendine kızıyordu. Sesi azarlar gibi çıkmıştı:
- “Düzelene kadar çalışma bari.”
Çocuk bir şey demedi. Başını olur der gibi salladı, tezgahını toparladı ve uzaklaştı.
- “İyi halt ettin.” dedi Aykut çocuk gidince.
- “O çocuğun gözü yaralı maralı değil.”
- “Ya ne?” dedi Orhan.
- “Yavaş ilerleyen bir hastalığı var.” diye cevapladı Aykut.
- “Tedavi ettirmiyorlar, ya da ettiremiyorlar. Paraları yok. Senin anlayacağın o göz düzelmeyecek. O tek gözü bile ne kadar dayanır bilmem. Şimdilik bandaj mandaj idare ediyor, sonrası…”
Orhan ne diyeceğini bilemedi. Boğazı düğümlendi. İki asker, sessizce tezgahçının gittiği yöne doğru baktılar. Onların vermeyi, çocuğun almayı unuttuğu boş gazoz şişeleri duvarın dibinde, askerler gibi tek sıra dizilmiş bekliyordu…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.