Ülkücü, Mustafa Sami BARSHAN’dan hatıralar: -2- - “İŞKENCE."

Yıl 1979

Çelik İş Sendikası sabahın  erken saatlerinde  polis tarafından basılır. Sendikanın her tarafı çok sıkı aramadan geçirilir. Saatlerce sendikanın evrakları incelenir.  Polisler, orada bulunan görevlileri ayak üstü sorgulamadan sonra - “sizler emniyete götürülüyorsunuz” derler. O anda orada bulunan personel dahil 20 kişilik gurubu alıp emniyete götürürler…

Emniyete götürülen 20 kişiden 16’sı akşam bırakılır.

Ne var bunda, Ülkemizde her zaman olağan bir uygulama diyebilirsiniz. Bence de öyle.  Hikayemiz bu olaydan sonra başlıyor.

Emniyette alıkonanlara soru:  - “Mustafa Sami’ yi tanır mısın?..”

- “Tanırım” diyenler tutuluyor…

- “Tanımam” diyenler bırakılıyor…

Sonuç olarak, suçlamalar ağır; 8 ayrı bombalama, ODTÜ rektörünü  ve CHP milletvekilini öldürmeye teşebbüs ve saire…

İfadeler öyle avukat nezaretinde filan alınmıyor tabi… O zamanın mutat uygulaması işkence. Mazlum işçiler, bir hafta  süren ağır işkence altında İfade vermişler.

Suçlu olup olmadıklarına bakılmaksızın, sırf beni tanıdıkları için, benim de bu kişileri azmettirdiğimi kabule zorlanmışlar.  Mustafa Sami’nin ismi bize lazım diyorlarmış. Bu Ülküdaşlar, beni yakinen tanıyan kişiler değildiler. Şiddet uygulananlardan ikisi beni gıyaben bilenlerdendi.

Cezaevine giren dört ülküdaşım haksız yere tutuklanıp eziyet çektiler. Dört  ay sonra ki yargılamada beraat ettiler.

Şüpheli veya zanlı bu kişiler beraat ettiklerine göre, suç unsuru bulunamayan  bir davanın azmettiren sanığı olarak, Ecevit Hükümetinin siyasi kararı ile gözaltına alındım...

Gözaltına alındığım bu dönemde Ülkücü İşçiler Derneğinde ki görevimi tamamlamıştım. Ticari hayata atılarak Adana’daki bir tekstil fabrikasının genel distribütörlüğünü almıştım.

Genç yaşıma rağmen beş şehirde bayilikler kurdum ve kumaş satışları için faaliyete geçtim. Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ve Adana illerinde faaliyette bulundum.  Başarılı bir iş adamı olmuştum.

İlk sipariş alışımı hala hatırlarım. Elimde ham bezlerle apresi, boyası yapılmamış numuneler vardı. Onları alıcı esnaflara gösterince onlarda bana işlenmiş kumaşı gösterdiler.  - “Bundan yapabilirsen senden derhal peşin para büyük sipariş alırız.  Tüm fabrikanın üretimini bağlarız” dediler. 

Herhalde, beni çok genç ve tecrübesiz buluyor oldukları için olsa gerek, lakayt tarzda konuşup beni hafife alıyorlardı. Ben de hiç bozuntuya vermeden işin patronu değil de satış temsilcisi gibi davranmayı tercih ettim.  Ben, - “Şayet bana bir küçük numune verirseniz, ben size bu kumaşın, nerede üretildiğini, kaç metre üretildiğini, atkısını, çözgüsünü, gramajını, hangi kalite boya kullanıldığını, fabrikanın üretim maliyetini hatta size kaça sattıklarını bir hafta içinde bildireceğim ve size aldığınızdan çok ucuza daha iyi kalitede vereceğim” deyince alıcı olan Tarman kardeşlerin bizi uzaktan izleyen babalarının dikkatini çekti. Şaşırdılar, yine de inanmadılar, onlara gelen satıcılar yaşlı başlı özel lüks arabalı kişilerdi. Benim gibi toy görünümlü birinin bu sözleri onlara çok mübalağalı gibi gelmişti.

Sonraki üç gün içinde verdikleri numunenin üretim yerinden gerekli bilgilerin hepsini almıştım.  Daha sonra İstanbul Tarman kardeşlerden bir milyon metrelik bir siparişin sözleşmesini yapmak  üzere İstanbul’a yola çıkmak için sabah  ofise geldiğimde, kapı zili çaldı. Ofisin hem girişine hem de asansöre yerleştirdiğim sesli diafonu açmaya fırsat olmadan asayişten Zeki Kaman’ın ekibi içeri daldı. On, onbeş kişi vardılar. 

Beni apartmanın girişini gören bir kahvehanede beklemişler. Hiç farkına varmamıştım.  Gelen ekibe hüviyetlerini sordum. İçlerinden yetkili olana,  Zeki Kaman, Dürüst Oktay’ın adamına - “beni Zeki ile görüştürün”  dedim. Telefonla görüştüğümde - “Noksan kalan bir ifadeler var. Şerefim ve haysiyetim üzerine başka birşey yok.  İfadenden sonra bekletmeyeceğiz” deyince, zorluk çıkartmadan ekiple Asayiş Müdürlüğüne gittim .

Ekip benden nedense çok çekiniyordu ve gözünde büyütmüştü. Nihayetinde kendileri de devlet memuruydular. Kullanılmamalarını, adaletle davranmalarını hatırlattım. Bizlerin de bir davaya hiç bir menfaat beklemeden hizmet ettiğimizi biliyorlardı. Bizlerin maaşı yok ki kesilsin. Bekarız ve geride bekleyenimiz, anne ve babalarımızdan başka kimse yok. Bu cesaretli tutumumuz onları (Pol-Der’li Solcu Polisleri) çok korkutuyordu. “CESARETİYLE YAŞAMAYAN ESARETİYLE ÖLÜR” sözü bana rehberdi.

Asayiş şubede apar topar hücreye atıldım. Bir kaç saat sonra Ali Haydar adında dışarıdan da tanıdığım, Genel Merkezimizin basılmasında görevlendirilen  polis memuru gelip - “Bizim seninle işimiz kalmadı, artık davayı bizden savcı bey aldı, dosyayı istedi” dedi.

Oynanan oyunu anlamış,  Zeki Kaman’a: -“Delikanlı ise sözünde dursun. Biraz cesareti varsa polis kimliği olmadan karşıma çıksın, dövüşelim, hesaplaşalım, polisliğin arkasına sığınıp saklanmasın” diye bağırıp, kanına dokunur hakaretler edince, birden bu tahriklere dayanamayıp hücreme doğru gelmeye yeltendiğinin seslerini duyuyordum.

Bir başka arkadaşı, -“Sen çocuk musun? Nereye?” diye Zeki Kaman’a engel oldu.

-“Savcı bey seninle konuşacak ifadeni o alacak”  dediler, tek kişilik hücreye attılar. İçerisi çok karanlıktı. Hücreye dört kişi girdi. Üstüme çullanıp yüzlerini göstermeden benim ellerimi ve gözümü bağlayıp hücreden çıkartılar. Merdivenden çıktık, sonra indik.  Başımı eğerek tünelden geçiyormuş gibi yapıyorlardı. Maksatları beni telaşlandırıp korkutmaktı, sindirmekti. Ben bu yaptıklarına daha da çok sinirleniyor, bağırıp küfür ediyordum. Onlarda beni götürdükleri yere kadar küfür ederek vuruyorlardı. Benim hiç korkum yoktu.  Biliyorum ki birçok kişi buralarda işkenceden geçiyor.  Benimde nihayetinde bir canım var, O gider. Her şeyi göze aldığımı onlarda biliyor korkmadığımın farkındalardı. Ama benden nedense çok çekiniyorlar, yüzlerini göstermiyorlar, seslerini de değiştirerek konuşuyorlardı.

Gözümü bağladıkları göz bağının alt tarafında kalan kısımdan biraz ışık geliyordu. Ayakta iken göz bağının alt tarafını da biraz bez parçasıyla iyice tıkadılar. Sert bir yere oturttular ve ayaklarımı uzatıp sırt üstü yatırdılar. Üstümdeki ceket ve gömleği çıkartıp pantolonumu sıyırıp sadece külotumla bıraktılar. Yatırdıkları banka sıkıca bağladılar. Belli ki hazırlıklarını yapmışlardı.

Sorular, sorular… - “Türkeş’le ne zaman tanıştın? ODTÜ’de öğrencilerle ne işin var? Parti ile ilişkin ne? Komando kamplarından hangilerine katıldın? Sen kime güveniyorsun…” gibi bir sürü saçma sapan sorular…

Bir yandan da hazırladıkları elektrik manyetosu ile sağ tarafımdan elektrik veriyorlardı. Anladım ki bunlar sadece işkenceci ekip. Beni kaldırıp bir yerde öldürüp bırakmayacaklar. Sol taraftan elektrik vermiyorlardı. Orası hassas organlar bölgesiydi. Sol taraftan elektrik verseler beni gözden çıkartmışlar diye düşünecektim.

Allah güç veriyor, işkenceye dayanıyordum.

Kafama koyduğum neyse onu söylüyor,  tehdit ediyor, küfür ederek bağırıyordum. İlk gün takriben birer saatten beş altı seans devamlı işkence gördüm. Ağzım iyice kuruyup konuşamaz hale gelinceye kadar uğraştılar. Kuruyan dudaklar şişmemesine rağmen, şişmiş gibiydi, konuşma zorluğu çekiyordum. Kendi dediğimi bile anlayamayacak kadar amonyak sürerek konuşturmaya çalıştılar. Erkeklik uzvuma, sağ parmaklarıma, ayağıma devamlı manyetolu elektrik verdiler. Kendileri de yorulmuştu.

Beni yürüyemeyecek halde olduğum için sürükleyerek hücreye geri attılar.

İkinci günden sonra ki günler karışmaya, gece ve gündüzü ayırt edememeye başlamıştım. Yan hücrelerden yeni içeri alınanlar olmuş. - “Sami abi, Sami abi” diye sesler geliyordu. – “Kimsin?” dedim. – “Benim” diyor, ama kim?.. Ben de kardeşim Selim zannettim. O da Ülkücü Esnaflarda Genel Merkez yöneticisiydi. – “Selim,  seni ne zaman aldılar?  dedim. Sonradan tanıdım ki içerideki  Ülkücü İşçiler Genel Merkez yöneticilerimizden Vahit Kayrıcı’ymış. Vahit’te  benden bir gün önce içeri alınmış. iki gündür ona da ağır işkenceler yapılmış. Defalarca Vahit’e de beni sorup ağır işkenceler yapmışlar.

Vahit, bana - “ifademi verdim, savcılığa sevk ediliyorum, dışarıya burada olduğunu da haber vereceğim” dedi.

Kopuk kopuk sessizce konuşabildik. Vahit Kayrıcı’da çok ağır işkencelerden geçmişti.  Bu yüzden konuşması berbat geliyordu . Bir hafta kadar gözaltı süresince ağır dayak ve elektrik işkencelerine maruz kaldım. İşkenceyi ispat edecek deliller üretmenin yolunu aradım. Bana işkence yapıldı diyebilmeyi istiyordum. Vücudumdaki morluklar emare idi, işkence anında göz bağımın altına yerleştirilen bez parçalarını hücrede paltomun cebime sakladım. Sonradan bu bez parçalarının eski bekçi gömleğinin (açık kahverengi) olduğunu fark ettim ve mahkeme gününe kadar sakladım. Emniyette sorgudan kurtulup bir an evvel cezaevine gitmeyi kurtuluş gibi kabul ettim.

Ağır işkenceler ve uykusuzluk çok yormuştu. Sonraki zamanlarda hafızamla ilgili problemleri fark ettim. Eskiden hatırladığım birçok tarihler, telefon numaraları artık hafızamda yok denecek kadar azdı. Beynime büyük hasar verdiklerini, beni sarstıklarını yaşantımda fark ediyordum. Birçok işkence çeşitleri vardır. Bunlar vücuda, beyine, davranışa tesir eder ve işkenceciler bunları deneyerek insanı istedikleri noktaya getirmeye çalışırlardı. Birçok işkence gören arkadaşlarımızda fark ettiğimiz arazlar vuku bulmuştu.

Yine siyasi tutumundan hiç şüphe etmediğim maksadı kesin belli olan Denizci Binbaşı olan savcı hiç bir şey sormadan tutuklayıp  Mamak askeri cezaevine sevkimi yaptı. Emniyetten kurtulduğuma sevinir olmuştum.

Mamak cezaevine giderken, kim demişse demiş, o söz geldi aklıma: -“Hiçbir hayvan, kendi türüne işkence yapmaz…”

 *** *** *** 

Tarihe not düşen Ülkücü, Mustafa Sami BARSHAN’dan hatıralar: -2- 

Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube, - “İŞKENCE…

(devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ali BİLİR Arşivi
SON YAZILAR